- 21.04.2015 00:00
Yakınlarda Türkiye’yi ziyaret eden, aralarında yerel ve ulusal parlamento üyelerinin de bulunduğu bir grup Brezilyalıyla sohbet ettim. Türkiye’de yaşanmakta olanları kısaca anlattım.
Dinledikten sonra, “Çok şükür” dediler, “bizde yargı ve emniyet hükümetten tamamen bağımsızdır. 1985’te askeri yönetimin son bulmasından bu yana sağladığımız en büyük başarı da budur...” Nitekim, geçen gün Brezilya’da devlete ait dev petrol şirketi Petrobras’ta yolsuzlukla ilgili soruşturma kapsamında federal polis, Başkan Dilma Rousseff’in lideri olduğu İşçi Partisi’nin mali işler sorumlusunu, “kanun dışı bağışlar” aldığı gerekçesiyle gözaltına aldı; Federal Yüksek Mahkeme, başsavcının talebi üzerine 50 siyasinin soruşturmaya dahil edilmesine karar verdi.
Brezilyalı konuklarla sohbetten sonra düşündüm: Acaba Türkiye’de, “Çok şükür, bizde yargı ve emniyet hükümetten tamamen bağımsızdır...” diyebileceğimiz günler gelecek mi? Askeri vesayetin bittiği zehabına kapıldığımız günlerde böyle bir umut uyanmıştı. Oysa şimdi tek–adam, tek–parti hegemonyasının (askeri vesayetçileri de yedeğine alarak) yargının ve emniyetin hukuka değil hükümete tabi kılınması sürecine tanık oluyoruz.
Süreç, 17/25 Aralık Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının kamuoyuna intikali ile başladı. İktidar hemen, askeri vesayetçilerin Balyoz ve Ergenekon darbe girişimlerini aklamak için kullandıkları, “Fethullah Gülen cemaatinin kumpası” safsatasına sarıldı. Yolsuzluk yoktu, hükümete karşı “paralel kumpas” vardı. İddiaların ağırlığı karşısında tam dört bakanı istifa ettirmek zorunda kaldılar, ama iddiaların gerçek olup olmadığının yargılamayla ortaya çıkmasına fırsat tanımadılar. Aksine, “darbeyle mücadele” adı altında cadı avı ilan ettiler. Binlerce emniyet mensubunun görev yerleri değiştirildi; yüzlercesi hakkında ipe sapa gelmez iddialarla kovuşturma başlatıldı. Hukuk devletiyle hiçbir şekilde bağdaşmayan sulh ceza hâkimlikleri ihdas edildi. Kanunları değiştirilerek HSYK ve Yargıtay, iktidarın emrine tabi kılındı. İstifa ettirilen bakanlar Meclis’te aklandı. Askeri vesayetçilerle ittifak kuruldu; “milli orduya kumpas” safsatasıyla Balyoz ve Ergenekon sanıklarının tümü aklandı.
Örtbas operasyonunda geçen hafta sıra, sadece hukukun emrettiğini ve görevlerini yapan 17/25 Aralık soruşturmalarını yürüttükleri için savcılar Celal Kara ile Muammer Akkaş hakkında “görevi kötüye kullanma” iddiasıyla dava açılmasına geldi. “Cemaat kumpası” bahanesiyle başlatılan cadı avının, gerçekte bütün devlet cihazını tek–adam, tek–partinin iradesine tabi kılma operasyonu olduğu apaçık ortaya çıktı.
“Paralel kumpas” safsatası, her türlü sanığın kendini hesap vermekten kurtarmak için kullandığı bir bahane haline dönüştü. Safsata AKP’nin ileri gelenlerinin aralarındaki kavgaların aracı dahi oldu. İşler orada da kalmadı. İnsanlık dayanışması adına yüzden fazla ülkedeki muhtaçlara yardım götüren, TBMM’den ödüller alan, “Kimse Yok mu?” Derneği hakkında “silahlı terör örgütü” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. İslam inancını siyasi demagoji, göz boyama, yolsuzluğu mubah gösterme aracı olarak kullanan zihniyet, nihayet şunu da yaptırdı: Ankara’da bir polis aracının çalınmasıyla ilgili olarak açılan davada resmen “Fetullahçı terör örgütü”nden söz edildi. Dünyanın hiç kuşkusuz en barışçı ve farklılığa en saygılı İslam anlayışını temsil eden Fethullah Gülen’in adının “terör” ile birlikte anılması gibi inanılması güç bir garabetle karşı karşıya kaldık. Tek–adam, tek–parti iktidarı sona ermeden Türkiye’de hukuk devletini ayağa kaldırmak; yargıyı, emniyeti hükümetten bağımsız kılmak mümkün olmaz.
Yorum Yap