- 10.05.2014 00:00
Çarşamba akşamları fırsat buldukça, artık sonuna yaklaşmakta olan, “Muhteşem Yüzyıl” dizisini izliyorum. Reji, oyunculuk, dekor, müzik, hepsiyle diziyi genelde çok başarılı buluyorum. Senaryosu tarih gerçeklere de çok ters düşmüyor; “ecdadımız”ın ahvalini oldukça gerçekçi bir şekilde yansıtıyor.
Dizinin de dürtüklemesiyle olacak, geçen pazar eşimle birlikte, üç yıl önce tamamlanan restorasyonu sonrasında görmediğim Süleymaniye’ye gittik. Muhteşem Süleyman ile Hürrem Sultan’ın türbelerinin ziyarete kapalı olmasından hayal kırıklığına uğradık. Geçen yıl, babası tarafından boğdurularak öldürülen Şehzade Mustafa’nın Bursa Muradiye’deki türbesini ziyaret etmiştik. (Türbenin, dizide ileri sürüldüğü gibi annesi Mahi Devran Hatun tarafından değil, kardeşi II. Selim tarafından yaptırıldığını sonradan öğrendim.)
Süleymaniye’nin uhrevî ortamı, her zaman olduğu gibi derinden etkiledi. Düşündüm: Dinî inançların insanların ve toplumların hayatında oynadığı rolü, ancak otuzuna gelince de olsa anladığıma şükrettim. Koca camide kadınlara arka tarafta, daracık bir alan ayrılması ise her zamanki gibi son derece ters geldi. Kadınların bu denli geri plana itilmesi, Allah’a kulluk bakımından kadınla erkeği eşit gören Peygamber’in çağrısı mıdır, yoksa erkek egemen törelerin dayatması mı? Herhalde ikincisi.
Sonra külliye içinde yer alan Darüzziyafe lokantasında öğle yemeği yedik. Yemekler muhteşem değildi ama beş asırlık ağaçlarla dolu avlunun tarihî havası yemeğe başka bir tad kattı. Ecdadımızı yâd ettik… Sonra, yokuş aşağı Haliç kıyısına yürüyelim dedik. Anladığım kadarıyla kentsel dönüşüm nedeniyle boşaltılmış, harabeye dönmüş evler arasından yürürken, ters yönden gelen kimi turistlerin bize “No! No!” diye seslenmelerine anlam veremedim. Belki de bizleri karşılaşacağımız üzücü manzaraya karşı uyarıyorlardı. Şöyle ki, Süleymaniye’nin yokuşları, ev artıklarından geçim sağlayan yurttaşların karargâhı haline gelmiş. Bu çağda, bu şekilde geçinmeye çalışan yurttaşlarımızın varlığı vicdanları paralıyor. Öncelikle onların yaşamları ama Süleymaniye’nin yokuşları da ihya edilmek zorunda.
Haliç’e inerken niyetimiz bir taksiye binip Piyer Loti’ye gitmek ve kahveyi orada içmekti. Taksiyi bulabildik, fakat amacımıza ulaşamadık. Zira, şoförümüzün uyarısına rağmen gitmeyi denediğimizde Feshane trafiğinde tıkanıp kaldık. (Ders: Hafta sonları Piyer Loti’ye gitmeye asla kalkışmayınız!) Rotayı eve çevirdik. Yol uzundu ve şoförümüz Süleyman da Erganili olunca sohbet kaçınılmaz oldu. Bir gün olsun siyaset konuşmaktan kaçınamadım.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Kürtler oylarını Erdoğan’a mı verecek?” diye sordum. “Kürtler çok aptal, çoğu dindar belledikleri için Erdoğan’a oy veriyor…” dedi. (Onlardan olmadığını ima ediyordu.) “Türkler sanki daha mı az aptal?” dedim, sonra toparladım: “Verilen oylar aptallıktan değil. Vefa oyları. Bu hükümetin ilk iki döneminde yaptığı henüz unutulmayan hizmetlerin karşılığı…”
AKP oyları 2010’da yüzde 58,0’den, 2011’de 49,9’a, 2014’te de (YSK geçen gün açıkladı; öyle 45–46 değil) 43,1’e indi. Belli ki Tayyip Erdoğan, HDP’den ya da MHP tabanından oy almayı başaramazsa, cumhurbaşkanlığı hayal olabilir. Bu arada, Tarhan Erdem uyardı: Bütün kamu görevlilerinin adaylıkları kesinleştiğinde görevi bırakmaları kanuni bir zorunluluk olduğuna göre, Başbakan’ın da öyle yapması gerekmez mi? (Radikal, 5.5.2014) Kesinlikle gerekir. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Cumhurbaşkanını halka seçtirmek öylesine sorunlara yol açacak ki, eminim ileride bundan vazgeçilecek.
Yorum Yap