- 6.12.2012 00:00
DOÇ. DR. ÜMİT İZMEN Uzun yıllar TÜSİAD’da ekonomist, ekonomik araştırmalar bölüm sorumlusu, genel sekreter yardımcısı ve başekonomist olarak çalışan Ümit İzmen, ardından Bilgi ve Boğaziçi üniversitelerinde çeşitli dersler verdi, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Büyüme, bölgesel kalkınma, uluslararası iktisat ve sanayi politikası gibi alanlara yoğunlaşan İzmen, halen Özyeğin Üniversitesi’nde ve İstanbul Kültür Üniversitesi’nde ders veriyor. Akademik çalışmalarının yanı sıra Radikal gazetesinde de yazılar yazıyor.
Türkiye’de ekonomiyi tek başına ele almak, ekonomiyi konuşurken onu kuşatan siyaseti devredışı bırakmak mümkün değil. Bu hafta bu denli iç içe geçmiş ekonomi ile siyaseti Doç. Dr. Ümit İzmen ile konuştuk. İzmen, Türkiye’nin finansal sorunlarla başetmek için ciddi bir ekspertiz geliştirdiğini ancak, aynı çevikliği yapısal sorunların çözümü için gösteremediğini, bundan sonraki enerjisini bunlara ayırması gerektiğini dile getiriyor. Ancak, seçim öncesi süreçte ekonomi bürokrasisinin çok bilinçli, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izleyeceğinden umudu olmayan İzmen’e göre, Türkiye ekonomide gelecek dönemde “günü kurtaracak” politikalar izleyecek. Öte yandan, Türkiye’nin ekonomide liberal, siyasette otoriter uygulamalarını uzun vadede çok fazla sürdürülebilir bulmayan İzmen, değişen ve dönüşen AB’nin bu anlamda çok fazla dışlanmaması gerektiğini belirtiyor. İzmen, ekonomide önüne büyük hedefler koyan bir ülkenin, bu hedefleri yeni anayasasını yapmadan, Kürt meselesini çözmeden ve demokratikleşmeyi halletmeden gerçekleştirmesini de sürdürülebilir bulmuyor...
Bu yıl cari açık, büyüme, enflasyon tartışmalarıyla geçti. Büyümenin düşüşüne paralel olarak cari açıkta da düşüş görüldü. Çeşitli sebeplerle 2012 başında konan rakamsal hedeflerden yıl sonuna doğru uzaklaşıldı. Geçen ay gelen not artışıyla birlikte ekonomide iyimserlik havası esti. Ancak yapısal birtakım sorunlar çözülebilmiş değil. 2013’te ekonomide neler beklemeliyiz?
İyi ve kötü aslında bir şekilde hemhal oluyor. Bunun sebeplerinden biri verilerin bir bölümünün geçmişe, bir bölümünün geleceğe ait olması. Biz selektif bir şekilde hepsini biraraya getirip sanki hepsi bugünün fotoğrafını veriyormuş gibi kullanıyoruz. Yükselen büyümeyle düşen işsizliği, cari açığı, enflasyonu ve faizleri, hepsi şu anda bu durumun bileşenleri gibi görüyoruz. Aynen geçmişten böyle geldiler ve geleceğe de böyle gidecekler gibi algılıyoruz. Halbuki bunların bir kısmı aşağı yönlüyken bir bölümü yukarı yönlü gidiyor. Şu anda tesadüfen dengedeler ve 2013’e doğru giderken bu denge tekrar ayrışmaya başlayacak. Nasıl ayrışacak? Esas olarak cari açık bu seviyede durmayacak çünkü cari açıktaki düşüş büyümenin gerilemesinden kaynaklandı. Büyüme düştü, iç talep fena halde kısıldı, iç taleple beraber çok enteresan şekilde yatırım talebi düştü. Türkiye’de böyle bir vahim yatırım talebi düşüşü ancak kriz dönemlerinde olur. Ortada kriz, negatif büyüme yok. Yatırımlarda muazzam bir frene basma durumu var. Cari açığın sürükleyicilerinden bir tanesi bu ithalat talebi. Bu yüzden açıkta bir toparlanma gördük. Bundan sonra eğer büyüme tekrar bir parça da olsa toparlanacaksa, cari açığın tekrar hafif yükselmeye başladığını göreceğiz. Not artışında çok muazzam bir şey görmüyorum. Çünkü, bir kuruluşun not artışı. Oradaki kararda dörde beş gibi zaten çok kritik bir noktada çıktı. Tek başına çok fazla bir şey ifade etmiyor.
İçerdeki yatırım talebinin düşüşünü neye bağlamak lazım, frene basmanın tetikleyicisi ne olmuş olabilir?
Büyüme rakamları ikinci çeyrek açısından ilginçti. AKP’nin siyasi temelleri iki tane önemli kolon üzerinde yükseliyor. Biri Anadolu’da yeni yükselen sermaye kesimi. Klasik sermaye kesiminden farklı sektörlerde ve illerde odaklanan, gelişmiş ülkelere değil de civar ülkelere, Afrika’ya, Ortadoğu’ya ihracat yapan farklı bir girişimci sınıf. İkinci dayanağı ise orta sınıf. Bu yılki büyüme rakamlarını talep yönünden incelersek, her iki dayanağın da temkinli olduğunu görüyoruz. Orta sınıfta tüketim talebinde bir baskılanma var. Bunu kredi kartı harcamaları, tüketici güven endeksi gibi bir dizi tüketim göstergesinden anlıyoruz. Diğer taraftan girişimci sınıfın da yatırım talebini geri çekmesinden anlıyoruz. Türkiye’de ekonomi tek başına ekonomi değil siyasetle çok içiçe geçmiş bir ekonomi. Her ikisi de birbirini fazlasıyla etkiliyor.
Küresel krizden etkilendik, onunla birlikte üretimde çok ciddi bir düşüş oldu ardından 2010-2011’de muazzam bir çıkış oldu. Bu hızlı çıkışla birlikte kredi hacmi yüzde 40’ları buldu. Tek başına bu rakam bile kredilerin çok büyük bölümümün kötü alanlara yatırıldığına işaret ediyor. Çünkü, ekonomi çok yüksek büyüyordu, yüzde 10 büyüyen bir ekonomide yüzde 40 kredi genişlemesi çok orantısız. Gelecekte bir felaketin habercisi. Tüm krizlere baktığımızda hepsinin arkasında, krizin bir adım öncesinde kontrolsüz şekilde artan kredi genişlemesi görüyoruz. Merkez Bankası da bu acayip kredi genişlemesini gördüğü için bunu geri çekecek birtakım politikaları devreye soktu. Bence de bu politikaları devreye sokması doğruydu, yerindeydi. Bu sayede kredi genişlemesi tekrar yüzde 15’ler seviyesine indi.
Genel olarak Merkez Bankası’nın aldığı kararlar doğruydu ve günü doğru okudular diyebilir miyiz?
Evet. Ben şuna inanıyorum: Türkiye, finansal sorunlarla başetmek için ciddi ekspertiz geliştirdi. 1990’lardaki kriz koşulları ekonomi ve Merkez Bankası bürokrasisinde böyle bir kapasite yarattı. Krizlerle mücadele etmek, krizleri yönetmek konusunda bir ekspertizimiz var. Ne akademide ne iş dünyasında ne bürokraside ne de siyasetçilerde finansal sorunların ötesinde yapısal sorunlarla uğraşmak konusunda eş bir kapasite olduğunu düşünmüyorum. Kriz yönetimine o kadar odaklanmışız ki, normal bir ekonomiyi yönetmek, yapısal sorunlara ağırlık vermek, katma değeri yükseltmek, istihdamı arttırmak, gelir dağılımını iyileştirmek, yoksullukla mücadele etmek için ne gibi politikalar izleriz diye enerjimiz kalmamış. Finansal sorunları yönetmeye göre buralarda cılız kalmışız. İhtiyacımız olan bu alanlarda ilerleme yoksa finansal istikrarda bir noktaya geldik. Türkiye, bundan sonra enerjisini yapısal meselelere ayırmalı.
Yapısal sorunlara bunca zamandır eğilememiş, zaman ayıramamış olmasını nasıl açıklayabiliriz?
2001 sonrası dönemi ikiye ayırıyorum. 2001’den 2007’ye kadar olan dönem ve 2007’den sonraki dönem. İkisi birbirinden çok farklı. 2001-2007 dönemi, büyüme hızı, istikrarın sağlanması ve gelir dağılımının düzelmesi açısından başarılıydı. 2007’den sonraya baktığımızda evet, küresel krizin bir etkisi var. Bu dönemde büyüme son derece düşük, herhangi bir yapısal reform alanında, yoksulluğun ve gelir dağılımının düzeltilmesi yönünde herhangi bir iyileşme yok. Kriz diğer alanlarda bir şey yapmamanın mazereti değil. Hiç değilse biraz daha çaba harcanabilirdi, harcanamadı. Harcanamamış olması 2007’den sonra devam eden siyasi dalgalanmalarla da çok ilgili. Bu tür reformların kısa vadede siyasi iktidara hiçbir getirisi yok, hatta götürüsü olabilir. Uzunca bir süre geçmesi gerekiyor ki, onun meyvelerini toplayabilecek zamanı olabilsin. Şu anda onları yapmasını hiç beklemiyorum, seçimlere gidiyoruz. Bir anlamda tren kaçtı. 2007’den bu yana olan dönemde, siyasi meselelerin içine boğulmuş oldukları için, çok fazla şapkayı öne koyup “biz nereden geldik nereye gidiyoruz ne yapmamız gerekiyor” diye düşünecek mecali de bulamadılar. Burada şunu sormak gerekiyor. Bu kadar siyasi meselenin içinde bu çapta boğulmak gerekiyor muydu? Yaratılan sorunlarla uğraşmaktan başka şeyle ilgilenmeye takatinin kalmaması noktasına geldik.
Seçimlerle birlikte üç dönemdir ekonomi yönetiminde yer alanlar bir dönem daha seçilemeyecekleri için kabinede yer alamayacak. Bu bir başka belirsizliğe işaret ediyor olabilir mi?
Ekonomi bürokrasisi aslında hiçbir bürokrasi, seçimlerden önce eski cevvalliğinde çalışmaz. Önümüzdeki dönemde çok bilinçli, tutarlı, uzun vadeli bir politika izleneceğinden umudum yok. Onun yerine izlenecek politika, tulumbacı tavrı olacak. Bir yerde bir kıvılcım çıkınca gidelim orayı söndürelim, günü kurtaralım şeklinde. Cari açık yükseldiyse, onun üzerine gidelim, onu bastırırken enflasyon yükseldi, gidelim enflasyona bakalım. Gelecek dönemde ekonomi politikasında bir ona bir ona atlayarak günün kurtarılacağı bir dönem olacak. Ne çok kötü, ne de iyi diyebileceğimiz neredeyse konuşmaya bile değmeyecek bir performansa gideceğiz gibi duruyor.
Demek ki, 2013’te Türkiye yerinde sayan bir ekonomi olarak karşımıza çıkacak gibi görünüyor...
Seçim sonuçlarıyla ekonomik performans arasında yakın bir korelasyon var. Ekonomik performans siyasi performansı etkiliyor. Ekonomik performansı da Türk insanı az sayıda gösterge üzerinden yaşıyor. Bunlardan bir tanesi kur. Her ne kadar ihracatçı TL değer kazandığında şikayetçi olsa da sokaktaki insan için TL’nin hızla değer kaybetmiyor olması ekonomiye güvenin önemli belirleyicilerinden biri. Ekonomik hafıza diye birşey var ve o çok güçlü. TL ne zaman hızla değer kaybediyorsa o zaman insanların morali bozuluyor, piyasanın keyfi kaçıyor. TL çok değer kazandığında ise çok ciddi bir cari açığa yol açıyor. Cari açık sokaktaki vatandaş için belirleyici unsur değil. O ekonomi yönetiminin yönetmesi gereken ileriye doğru bir risk. TL’nin değer kazanıyor olmasının siyasete tahvil edilebilecek bir sonucu var. Bu aynı zamanda enflasyonun da kontrol altına alınıyor olması demek. Satın alma gücü açısından, o da çok önemli bir gösterge. İşsizlik şimdiki oranlarda seyredecektir, çok aşağı ya da yukarı yönlü bir hareket beklemiyorum. Toplumun genelinde, bunların idare edilebiliyor olması önemli olacak. Türkiye’de hâlâ sosyal transformasyon çok canlı. Muazzam bir sınıf atlama çabası var. Sadece çabayla kalmıyor realize de oluyor. Bu devinim sürecek, seçimlerin ekonomik analizine baktığımızda, bunlar önemli olacak.
Uluslararası kurumlar Türkiye’nin de içinde yer aldığı pek çok ülkenin büyüme oranlarını aşağı yönlü revize etti. Büyüme 2013’te de sınırlı kalacak gibi görünüyor diyebilir miyiz?
Dünyanın bir oyuncusuyuz ve dünyada ne oluyorsa etkileniyoruz. Genel büyüme hızındaki düşüş dünyada çok çarpıcı. Gelişmiş ülkelerin yanı sıra Hindistan’ın Çin’in de büyüme rakamları düşüyor. Türkiye’deki düşüş trendini de bunlardan bağımsız ve ayrıksı düşünmemek gerekli. Maalesef, dünyadaki bu yavaş büyüme 2013’te ve korkarım orta vadede de devam edecek. Tahminler, 2018’e kadar 2000’li yılların canlılığının olmayacağını gösteriyor. Bunlar Türkiye’nin büyüme şansını ve potansiyelini sınırlayacak. Hükümetin alacağı her türlü önleme rağmen, büyüme hızının yüzde 4-5’leri aşan rakamlara ulaşması kolay değil.
Avrupa ve ABD’deki kriz finansal piyasalarda kuralların yeniden yazılması tartışmalarını beraberinde getirdi. Buna yönelik bazı girişimler de var. Gelecek dönemde karşımıza nasıl bir dünya ekonomisi çıkacak?
Avrupa ve ABD’nin durgunlukta olduğu bir ortamda gelişmekte olan ülkeler de zayıflıyor. Bu krizin diğer krizlerden farkını görebilmek için, 1929 kriziyle kıyaslamayı hep akılda tutmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Finansal krizin ve üretim kaybının derinliği anlamında değil, uzun vadede bunun yaratacağı değişimler, dönüşümler anlamında...
1929 krizi tüm ekonomi paradigmasını değiştirdi. Çok fazla felaket tellallığı yapmak istemiyorum ama sonraki Avrupa’yı biliyoruz. Ülkeleri kendi içlerine kapatan, dünyayla ilişkilerini kesen, korumacılığı hortlatan ve bütün bunların sonunda faşizmin yükselmesine yol açan süreç, krize karşı önlem alma güdüsüdür. Bugün başka bir ölçekte olmakla beraber, benzeri şeyleri yaşıyoruz. Tüm dünyada ciddi bir korumacılık yükselmesi var. Avronun mimarisinde ciddi bir sakatlık var ve bu sakatlıkla devam edemeyeceği ortada. Bu sakatlık ya giderilecek ya da siyasi olarak çok daha bütünleşik bir Avrupa Birleşik Devletleri göreceğiz. Bizim AB’ye karşı bir anlamda pejoratif olan politikalarımızı da, “zaten onlar da batıyor” şeklinde götürmemiz mümkün değil. Ya da Avro Bölgesi bundan daha farklı bir şeye dönüşecek. İki vitesli Avrupa tartışmalarını hatırlarsak, Avro Bölgesi’nde bir ayrışma, farklılaşma olacak. Avronun geleceğiyle ilgili tereddütler giderilmiş değil, dünya ekonomisine yönelik büyük belirsizlikler var. 2000’lerde dört nala koşarak giden neoliberal paradigmanın böyle devam etmeyeceği aşikar. Finansal piyasaların biraz daha fazla kontrol edilmesi ihtiyacı var. Çok etkin piyasa hipotezinin çökmüş olması sebebiyle, dünyadaki geçerli ekonomi paradigması anlayışının farklılaşacağını düşünmek gerekiyor. Bu büyük resmin içinde aslında enflasyonu, cari açığı kontrol edelim tartışmaları bir miktar minüskül kalıyor. Daha derine inen daha temel meselelere bakan bir bakış açısına ihtiyaç var.
Avrupa’da ekonomik ve finansal alandaki değişiklikler bundan sonra yapılacak siyaseti de değiştirecek. Demek ki Türkiye’nin de bunları görüyor ve hazırlık içinde olması gerekiyor...
Ekonomide bu kadar liberalizme inanıp, iş siyasete gelince bu kadar otoriter olmak Türkiye’de en temel garabetlerden biri. İkisi arasındaki çelişki ayan beyan ortada. Birtakım incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerle boğuşarak geri kalan zamanda bir şey yapmıyoruz. Ne anayasada ne Kürt meselesinde ilerleme yok. Türkiye Kürt meselesini çözmeden ne demokratikleşebilir, ne doğru bir anayasa yapabilir, ne de geleceğini, ekonomisini yeni döneme ayak uydurabilir hale getirebilir. Burada dördüncü ayak olarak AB’yi de işin içine katmak lazım. Ekonomi politikasında son derece liberal olup, siyasette otoriter bir rejimle dünyada büyüyenleri gördük. Bunların dışında bir tek AB’ye üye olan devletler var, hızla büyüyebilen, demokrasisini güçlendiren ve bu sayede az gelişmiş ülke statüsünden gelişmiş ülke statüsüne geçebilen... Dünyadaki 10 büyük ekonomiden biri olmayı tartışırken, siyaseti, demokratikleşmeyi tartışmamak olacak iş değil. O tartışmanın bir tarafını eksik bırakıyor. İşin geldiği nokta artık öyle bir nokta ki, bunun böyle devam etmesi imkansız.
Yol yakınken bunları çözmek aklın getirdiği birşey. Aksi halde çok övünülen ekonomik performansa siyaset köstek olacak. Kürt meselesini çözemediğimiz, yeni bir anayasa yapamadığımız sürece ekonomik performansın da bu şekilde sürmesini beklemek mümkün değil. Hızla artan bir siyasi risk var ve ekonomik performansın gelişmiş ülkeler dahil belirleyicisi siyasi risk.
Yorum Yap