- 14.03.2012 00:00
Basın olmadan vesayetin ayakta duramayacağı, darbe yapmanın mümkün olamayacağı bir gerçek. Ancak, demokratik usüllerden uzaklaşan uygulamaların toplum mühendisliği için aranan fırsatı vereceği de diğer gerçek.
Önceki gün İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tahliyesine karar verdi. Hukuken doğru ve siyaseten gecikmiş bir karar. Bu köşede sıkça Türkiye’de yargı pratiğinin yüz yıllık İttihatçı geleneğin yansıması olduğunu söyledik. İttihatçılık geleneğini en yalın haliyle toplumsal siyasetin hareket alanını seçkinlerin kurumlar aleyhine daraltma geleneği olarak tanımlayabiliriz. Siyasal sorunların yargıya havale edilmesiyle, bu geleneğe teslim kaçınılmazlaşıyor. 2010 Referandumu’ndan beklenen açıkçası, siyasi sorunları çözebilecek bir yargının inşası değil, tam da siyasal alanın siyasal aktörlerce biçimlendiği bir Türkiye’nin inşasıydı. Türkiye’de, siyasal davalarda her bir tutuklama güdülen“meşru” siyasal amaca, tutuklanandan daha çok zarar verebiliyor. Tutuklamanın (ve tabii ki yargılamanın) gerekçesi “düşünsel” bir siyasi faaliyet ise, bu zarar ihtimal olmaktan çıkıyor, kaçınılmazlaşıyor. Yaşanan meşruiyet kaybı, siyasal alanı daraltarak darbelere meşruiyet kazandırıyor. Türkiye bunun için iyi bir laboratuvar sayılır.
Darbeye giden hamleler
Hatırlanırsa, 27 Mayıs öncesi rasyonelliğini kaybetmiş Demokrat Parti dönemindeki bazı uygulamalar, başta basın mensupları olmak üzere pek çok muhalifin özgürlüklerinden alıkonmasına ve mağduriyet yaşamasına neden olmuştu. Bu uygulamalar muhaliflerin özgürlük savaşçısı ve demokrasi kahramanı olarak sunulmasının fırsatı oldu. Basının özel gayreti ve desteğiyle gerçekleşen 27 Mayıs darbesinin ardından yaşananlar ise hafızalarda silinmiş değil. Özgürlük ve demokrasi kavram enflasyonu yaşayan bir Anayasa ile birlikte örtülü faşizmin anayasal düzeyde güvence altına alınması bunun sonucunda gerçekleşti. Aynı figürlerin 60’ların sonuna doğru yeni hamleler içine girerek 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerini hazırladıkları bilinen bir gerçek. Bu dönemlerde “hukuk” yoluyla toplumsal muhalefetin temsilcisi siyasi partilerin kapatılması için medyada nasıl özel, programlı ve sistematik çalışmaların yürütüldüğünü 28 Şubat belgesellerinde görme imkânı doğdu. AK Parti’yi kapatma sürecine giden yolun da aynı figürler tarafından döşendiğini yeni belgeseller ortaya koyabilir. Ortaya çıkan ve daha da çıkarılacak olan yalın gerçek, basın olmadan vesayetin ayakta duramayacağı, darbeleri yapmanın mümkün olmayacağı gerçeğidir. Diğer bir gerçek ise rasyonel olmayan, demokratik usullerden uzaklaşan pratiklerin darbe ve benzeri toplum mühendisliği için aradığı fırsatı altın tepside sunmasıdır. Bu kararın 2010 sonrası topluma karşı duyarlılaşmaya başlayan yargıda siyasal alanın dışında konumlanma kültürü için bir başlangıç olması temenni edilir. Ki bunun da siyasal aktörlere anayasal düzeni değiştirme sorumluluğunu hatırlatıcı bir etkisi olsun... Zira sistem ve onun üzerine inşa edildiği ideolojik referans değerini korudukça tarih tekerrür edecektir. Bu da can yakıcı diğer bir gerçektir. Bu yüzden Şık ve Şener’in bizatihi tarafı olduğu veya tarafı kılındığı bu tartışmanın tozu dumanının dışına çıkmak ve temel soruna eğilmek gerekir.
Bulanık suyun dışında görülen gerçek ne?
Yüz yıldır bu toprakları zehirleyen milliyetçilik ideolojisi bir yandan ülkeyi parçalanmaya doğru götürürken, diğer yandan toplumun büyük bir kısmını, kendi neden olduğu parçalanma korkusunu kullanarak, kurtulmaya çalıştığı yüz yıllık ittihatçı geleneğin yedeğine çekebiliyor.
Laiklik, gericilik ve sair söylemlerle denetim altına alınamayan toplumsal muhalefet her defasında milliyetçilik kullanılarak hızla devşirilip yok edilebiliyor. Zira meşruiyet temeli güçlü olan bir siyasal hareketin öncelikle bu temelinin zayıflatılması gerekiyor. Bu da bu siyasal hareketin milliyetçilik söylemine teslimiyle mümkün. Milliyetçilik kumpası rasyonel düşünme ve siyasal karar alma yeteneğini zayıflatan, içe kapanmaya götüren ve sonuçta olağanüstü rejime ülkeyi teslim eden bir oyunun adıdır. Bu ideoloji militarizmin ve vesayetçilik restorasyonunun altın anahtarı niteliğinde...
Kristal Gece ve duvarın yıkılışı
Tam da bu konuyla ilgili aynı tarihi trajedileri yaşamış Almanya’dan bir örnek verelim:
9 Kasım tarihi Almanya için oldukça trajik. Berlin Duvarı’nın yıkılışı veya birinci dünya savaşı sonunda demokratik cumhuriyetin ilanı 9 Kasım gününe tekabül ediyor. 1938’deki Yahudilere karşı başlatılan Kristal gece pogromu gibi karanlık olaylar da öyle... Bir 9 Kasım’da başlayan aydınlığın kısa süre içinde geleneksel Prusya militarizmi ve devlet geleneğinin milliyetçilik üzerinden başlattığı operasyonlarla nasıl yok edildiğini ve başka bir karanlığa terk edildiğini bu tarihten okumak mümkün. 90’ların sonlarına doğru Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 9 Kasım’ın resmi veya milli bayram ilan edilmesi talebinin yoğun olduğu Brandenburg meydanında bir milyon kişinin katılımıyla görkemli bir miting düzenleniyor. Bu mitingde Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau milliyetçilik kumpasına karşı tarihi bir konuşma yapıyor (özetle):
“...Bugün bir mesaj vermek istiyoruz, açık ve gözardı edilemez bir mesaj. Bizim ve ülkemiz için. Aynı zamanda bizim gibi yabancılara ve zayıflara yönelik nefret ve şiddetten endişe duyan komşularımız ve yeryüzündeki sair dostlarımız için... Her kim ötekine zulmeder ve katlederse, kendi ülkesinin de düşmanıdır. Yurtseverlik, ancak ırkçılığın ve milliyetçiliğin şans bulamadığı yerde yeşerebilir. Yurtseverliği hiçbir zaman milliyetçilikle karıştıramayız. Yurtsever, kendi ana yurdunu seven kişidir. Milliyetçi ise başkalarının vatanlarını hor görendir.
... Saygı dilde başlar. Talihsiz kelimeler, talihsiz eylemlere yol açabilir. Kamuoyunda sözü dinlenenler konuştuklarına dikkat etmeliler. Özellikle siyasetçiler insanların endişe ve korkularını ciddiye almalılar, ama hiç kimse onların endişe ve korkularını alevlendirmemeli.”
Peki Almanya bunu yaparken, onun milliyetçilik ve militarizm mirasını devam ettiren Türkiye ne yapıyor?
Teknik tartışmalara ve gündelik siyasete boğulup gidecek miyiz? Siyasi irade bu miras ile hesaplaşabilirse, 2023 yerine 2100’e de bakma imkânı doğar.
Yorum Yap