- 1.02.2012 00:00
2012, Türkiye ile Hollanda arasında resmi ilişkilerin başlangıcının 400’üncü yılı. Ancak diplomatlar ilgisiz ve eski jakoben anlayışla Türkiye’nin kendilerince önemli olan “modern” yüzünü yansıtma çabasında. Türkiyeliler ise rahatsız. Çünkü 400’üncü yılın fırsatları heba olacak...
msterdam, sadece kanallarıyla değil, peyniri, halen işleyen yel değirmenleri, eğri büğrü asimetrik evleri, el yapımı kocaman tahta ayakkabıları ve barındırdığı yüzde 50’den fazla yabancısıyla da meşhur.
İngilizceden sonra en fazla konuşulan yabancı dil Arapça ve Türkçe...
Avrupa’nın ideolojik keskinliklere en uzak, sorunlarını kavga etmeden çözme yeteneği oldukça ileri memleketi sayılabilir. Hollandalıların bu özellikleri, oradaki Türkiyelilere de sirayet etmiş görünüyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde rastlanmayan uzlaşmacı bir davranış tarzı geliştirdiklerinden olsa gerek, Ankara’ya karşı daha bağımsız ve daha pragmatik olarak bakabilenler de galiba oradan çıkıyor. En fazla “Türkiyeli” kelimesini kullananlara, hatta Ermeni Yasası’nı protesto etmek için Türkiyelilerin Ankara tarafından Paris’e kanalize edilmesinden rahatsızlık duyanlara da burada rastlanıyor. Rahatsızlık Ankara’nın uzantısı olmaktan kaynaklanıyor. Bu insanlar artık politikanın konusu değil, öznesi olmak istiyor!
Diplomatların ‘temsil’ sorunu
Bu yaklaşımı paylaşan Peritus Network’un davetiyle Amsterdam’da gerçekleşen konferans etkinliğinin bana gösterdikleri tabii ki bununla sınırlı değil.
Örneğin 1960’ların sonunda oralara giden Türkiyeli işçileri Hollanda ile aramızdaki ilişkilerin başlangıcı olarak görürsek yanılırız.
2012, Türkiye ile Hollanda arasında resmi ilişkilerin başlangıcının 400. yılına tekabül ediyor. 1612 yılı, Hollanda’nın İspanya’ya karşı 1581 yılında bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Osmanlı’nın Hollanda’yı tanıdığı ve diplomatik ilişki kurduğu tarihtir. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Hollanda’yı tanıması ise 36 yıl sonrasına denk gelmekte, yani 1648 Westphalia Antlaşması’na... Bu nedenle de 400. yıl Hollandalılar için önemli bir yıl. Türkiye lehine politika yürütmenin de bir fırsatı...
Bu çerçevede Türkiyelilerin katkısıyla şölenler düzenlenmekte. Türkiye’nin resmi olarak temsili ve tanıtımı ise her zaman olduğu gibi, diplomatlara kalmış durumda. Yani her anlamda sorunlu ve riskli...
Diplomatik kanallar ilgisiz ve eski jakoben anlayıştan kurtulamayıp, Türkiye’nin kendilerince önemli olan “modern” yüzünü yansıtma çabası içinde... Hükümetin sağladığı maddi imkanlar bu doğrultuda kullanılırken, Türkiyelilerin kendi çabalarıyla gerçekleştirdiği etkinliklere ilgisizlik had safhada.
Aklıma hemen Abdullah Gül’ün 2003 yılında dış temsilciliklere Dışişleri Bakanı sıfatıyla gönderdiği ve AK Parti’nin kapatılması için gerekçe yapılan talimatlar geliyor. Dış temsilciliklerin bulundukları ülkelerdeki Türkiye vatandaşlarıyla ilgilenmesi gerekliliğini hatırlatan bu direktifleri, dış temsilcilikler, ilgisizliği ortadan kaldırmanın fırsatına dönüştürmek yerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndererek partiyi kapatma fırsatı olarak görülmüştü.
Onlara göre vatandaşlar köylü, geri ve genelde resmi ideolojiye mesafeli olduğundan, onlarla ilgilenmek olmazdı. Temsilciliklerin yabancı ülkelerde tek bir misyonu vardı: Modern, çağdaş ve laik Türkiye imajını güçlendirmek... Dört yıl sonra aynı mantığın sürüyor olması oldukça sorunlu... Ancak sonuçları daha da sorunlu...
Fırsatlar heba olmasın
Üstenci dil değişmemiş. Muhatap bulmak güç, devlet ile vatandaş arasında o yok sayıcı yaklaşım, azalmış olsa da devam ediyor. Üstelik bu sorun yalnızca Batı’daki temsilciliklerimizde değil, “rol model” olmaya çokça heveslendiğimiz Arap ülkelerindeki temsilciliklerimizde de değişmiş değil. Görüntü muhafazakarlaşsa da dil aynen devam ediyor. Bunun yarattığı iletişim kanalları toplumun taleplerinin Ankara’yı, oradan da dünyayı etkileme imkanına dönüşmüyor, aksine topluma yönelik oryantalist bakış açısını paylaşan yerli ve yabancı aktörlerin politik operasyon imkanı olarak işliyor.
Değişen tek şey ise Ankara’ya ulaşan şikayetlerin dış temsilciliklerin konforunu bozuyor olması...
Gerçek şu ki, Türkiyeliler rahatsız. Zira 400. yıl etkinliklerinin doğurduğu fırsat heba olacak gibi...
İkinci rahatsızlık nedeni ise daha yapısal...
Türkiye’de son on yıldaki atılımların Batı’daki Türkiyelilerin gurur nedeni olmasının yanında, onları esaslı bir şekilde dönüştürdüğü gerçeğiyle başlayalım. Demokratikleşme konusunda atılan adımlar, militarizmin geriletilmesi ve Avrupa Birliği reformları dışarıda da ciddi bir şekilde yansıma buluyor ve ilk defa gurbet diyarında
Türkiye’den övgüyle söz ediliyordu. Bu gurbettekiler bakımından sıradan bir şey değildi. 40 yıl önce Hollanda’ya gelirken üçüncü sınıf dahi sayılamayacak bir ülkeden gelen “şey” muamelesine tabi tutulmuşlardı. Türkiye yalnızca işkence, darbe ve yolsuzluklarla anılıyordu. 10 yıl içinde bazı konularda Batı’ya ders veren, onlarla eşit göz mesafesinde konuşabilen bir ülkenin vatandaşı olduklarını gördüler. Tüm ayrımcılıklara rağmen okudular ve iş sahibi oldular. Özgüven kazandılar. Gurbette iş adamları dernekleri veya İşçiler Birliği gibi örgütler kurarak Hollanda politikasını etkileyecek düzeye geldiler. Etkilediler de... Zira batılı kamuoyu Ankara’da yaşayan veya Ankara’yı bulundukları ülkelere taşıyan bürokratik aygıtların “modern ve çağdaş” görüntülerinden çok, Türkiye’de ve özellikle batıda yaşayan Türkiyelilerin performansından daha fazla etkileniyordu.
Gelin görün ki bir iki yıldır durumlar değişmeye başladı...
Başta Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyelilerin uzun yıllardır yürüttüğü özverili çalışmalar sonucunda sağladıkları siyasal iklim zehirleniyor. Türkiye yine ve yeniden olumsuz haberlerle, insan hakları ihlalleriyle ve klasik oryantalist bakış açısının egemen olduğu görüş ve yorumlarla anlatılıyor. Demokratikleşme konusundaki duraksamalar öne çıkıyor. Türkiye’deki eski yapı araçlarının sahiplenilmesi ve kullanılmasından kaynaklı sorunlar batıda hızla eski çağrışımları gün yüzüne çıkarıyor ve bu da sivil siyasete fatura ediliyor.
İçeride yapılan hatalarla içeride kaybedilen meşruiyet zeminine bir de batı kamuoyunda kaybedilen uluslararası meşruiyet zemini eklenince, sorun katmerleşiyor.
Yurtdışında yaşayan Türkiyelilerin çabaları bu kadar kolay harcanmamalı...
Yorum Yap