- 7.09.2011 00:00
Parlamento boykotuyla ittihatçı geleneğin çöplüğünde rahmet arayışına giren BDP’nin son dönemde bir çılgınlığa dönüşen şiddet gösterileri karşısındaki tutumu, demokratik Türkiye’yi inşa edecek siyasal koalisyonun parçası olmaktan kaçındığını, başka hesapları olduğunu gösteriyor.
Türkiye iktidar sorunundan çok muhalefet sorunuyla muzdariptir denir. 2010 yılına kadar iktidar ile muhalefetin kim veya hangi partiler olduğu konusunda ciddi kafa karışıklıkları yaşansa da referandumu takip eden dönüşümle birlikte, Türkiye de tarihinde ilk defa olağan demokrasilerdeki gibi, iktidarın “iktidar”, muhalefetinin de gerçekten “muhalefet” olduğu bir ülke olmaya başlıyor.
“İktidar” olmak demek, yasama ve yürütmeye hâkim olmak, tercih edilen politikayı devlet organları eliyle ve anayasal sınırlar içinde yaşama geçirebilmek demek (Askeri rejim Anayasasında “anayasal sınır”ın kendinden meşru olamayacağını neyse ki artık “dağdaki çoban” da biliyor). Muhalefet etmek ise, hâlihazır iktidarı aşma çabası demek; toplumsal ve uluslararası gelişmeleri tarihin bir döneminde sabitlemek değil, geleceği okumak; sorumluluk üstlenmeye, hesap vermek için hesap sormaya koşmak demektir.
İktidar ve muhalefet sorunu
Bu açıdan Türkiye 2010 referandumundan sonra “olağan”laşmaya başlıyor. Ancak iktidar ve muhalefet yapma biçimi açısından sorun devam ediyor.
Türkiye’de iktidar, birçok şaşırtıcı iniş ve çıkışlarla birlikte hem iktidar oluyor, hem de iktidarken muhalefet rolünü üstleniyor. Muhalefet ise tersine bir çaba içinde, tarihe karışmakta olan gerici bir siyasetin tarzını ve referanslarını ayakta tutma çabasında.
Bunun, iktidar sevici bir kamuoyu, çoğulcu kültür yetersizliği, ataerkil kültürün çoklu merkez üretememesi, siyasal ağırlığın konar-göçerliğe uygun olarak iktidarın baş gösterdiği her mekâna topluca akması gibi nedenleri olabilir. Hatta yaşanılan geçiş döneminin özelliği gereği, muhalefetin “100 yıllık iktidar alışkanlığı” nedeniyle maruz kaldığı “bitpazarına yakarış psikolojisini” de buna ekleyebiliriz.
Bu “yeni” Türk muhalefeti için beklenen bir sonuç.
BDP’nin ‘ince’ hesapları
Peki, Kürt bölgesinde (sayısal yönden) önemli bir aktör olan siyasal hareketin parlamentoyu boykot ederek, adeta 100 yıllık ittihatçı geleneğin çöplüğünde rahmet arayışına girmesini nasıl açıklayacağız?
2009’la başlayan makas değişimi, referandumdaki agresif boykot tutumu, anakronik Türk soluyla işbirliği, 100 yıllık ittihatçı devlet geleneğinin yalnızca BDP eksenli aktörlere değil, bütün “Kürtleri” ve tabii ki mütedeyyin Türkleri de gadre uğrattığını unutması, özellikle son dönemde bir çılgınlığa dönüşen şiddet gösterileri karşısındaki tutumu, BDP’nin demokratik Türkiye’yi inşa edecek siyasal koalisyonun parçası olmaktan kaçındığını ve başka hesaplar içine girdiğini gösteriyor.
Geçen hafta sonu yapılan kongreye Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya gibi parlamentarizm yoluyla mücadeleyi reddeden kimisi MDD’ci tedhiş figürlerinin gölgesi eşlik ediyor, bu yaklaşım Fuat Keyman ve Tarhan Erdem’in haklı saptamasında olduğu gibi BDP siyasetini belirliyorsa ve akıllara “Gandhi”vari bir “serzeniş” dahi gelmiyorsa, BDP Türkiye’deki muhalefet sorununun diğer ayağını oluşturuyor demektir.
Şiddet siyaseti yok ediyor
Boykot demokratik bir siyasetin varlık nedeniyle çatışan bir tutumdur. Bu tutumun nedeni ya siyaseti bilmezliktir. Ki bunda ittihatçı geleneğin, parti kapatmalarla, siyasi cinayetler ve yasaklarla Kürtlerin olağan siyasal mücadelesini engellemesinin payı büyüktür. Ancak bu, demokratikleşme aşamasında siyasal müzakereye sırt çevrildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Çok daha kötüsü, boykotta ısrar bu haliyle silahlı mücadelenin yalnızca politik bir ifade biçimine, onun bir alt bileşenine dönüşmeyi kabul anlamına geliyor. Sonuç olarak şiddet, Kürtlerin haklı taleplerinin meşruiyetini “dinlenemez” hale getirmekle kalmıyor, siyaseti de yok ediyor ve en fazla Kürtlere ve özgürlük taleplerine zarar veriyor.
“PKK ile BDP aynı sosyal tabana hitap ettiğinden dolayı, araya mesafe koymak zordur” önermesi yanlış değil. Ancak aynı tabana “demokratik siyaset” egemen kılınmadığı için, şiddetin egemen olması ve siyasi temsilcilerin, yalnızca şiddetin kuklalarına dönüşmesi kaçınılmazlaşıyor. Bunun için BDP’nin yalnızca şiddete karşı demokratik siyaseti öne çıkarması yetmiyor, aynı zamanda 19. ve 20. yüzyılın gerici ulusçu ve ulus devletçi paradigmanın sağ ve sol versiyonlarından da uzaklaşması gerekiyor.
Ayrışma söylemleri ve boykot kararlılığı Türkiye, İran ve İsrail eksenindeki uluslararası gelişmeler nedeniyle “şiddet yoluyla çözüm”e gün doğduğu inancından beslenen bir “muhaliflik” gösterisi ise, bu çok daha yanlış bir hesap olur.
Halkın kolektif hafızası
Almanya’nın önemli anayasacılarından Michael Kloepfer, 1993’te yaptığı “Anayasacılık: Geçmişin Deneyimlerinden Hareketle Geleceğin Üstesinden Gelmek” başlıklı konuşmasında, Anayasanın bir bakıma halkın kolektif hafızası olduğu saptamasını yapar. Ona göre (mealen) Anayasa ve hukuk düzeni büyük ölçüde bir devletin ve halkın pozitif veya negatif politik deneyimlerinin toplamıdır. Pozitif deneyimler bir siyasal tercih sürekliliğini; negatif deneyimler ise bir kopuşu esas alan anayasacılığa neden olur. Birincisi anayasal tercihlerin güncellenmesi ve yeniden yazımını, ikincisi ise yeni bir anayasal düzenle ikamesini, yeni siyasal referansların üretilmesini sağlar. Bu saptamaların ardından bir ülkedeki yeni Anayasa arayışının geçmişe ait olumsuz deneyimlerden beslendiğini, bu yüzden geleceği hedeflerken tarihi tecrübeden hareketle, geçmişin meşruiyetini de bitirdiğini ifade eder.Türkiye’yi içine kapanık bir siyasal yapı olarak kurgulayan, 25 yıllık tek parti diktatörlüğü döneminde 20’li ve 30’lu yılların ırkçı ve faşizan siyasal eğilimlerine göre siyasal yapının referanslarını üreten, bunları askeri darbelerle güncelleyen, toplumun geleneği ve kültürüyle bağlarını koparan, insanlığa ait tüm değerlerle sorunu olan 100 yıllık ittihatçı gelenek, halkın deneyimini oluşturuyor. Bunun pozitif olduğunu söyleme imkânı yok. Bu yüzden güncelleme yerine, 100 yıllık negatif tecrübeden hareketle 21. Yüzyıla barış, adalet ve özgürlük sunabilecek bir siyasal yapıyla merhaba demek zorundayız. İttihatçı gelenekten kopuş, demokrasi ve evrensel değerlerle bütünleşmenin ön şartıdır. İkisi bir arada durmuyor.
Yorum Yap