- 24.01.2015 00:00
Geçtiğimiz perşembe günü Ankara’da TESEV Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu işbirliğiyle
“Yeni Anayasaya Doğru. Yargı Bağımsızlığı, Yerel Özerklik ve Yöntem” konulu bir yuvarlak masa toplantısı vardı.
Son zamanlarda katıldıklarım arasında en verimli toplantılardan biriydi. Chatham House kuralı geçerli olduğundan, yani konuşulanın alenileşebildiği ama kimin konuştuğunun gizli kalması gereken bir toplantı olduğundan, toplantıdaki bir söylemi merkeze alacak bir yazı yazmakta sakınca görmedim.
Söylemin ana hatları şu idi: a) Türkiye’de gerçekte bir yeni anayasa ihtiyacı var mı? Daha doğrusu böyle bir toplumsal talep var mı? Yok, çünkü muhafazakârların en çok şikayet ettikleri başörtüsü idi. Solcular ile Liberaller ise militarizmden şikayetçiydiler. Şimdi ikisi de çözüldü. Geriye bir sorunu olan Geziciler, Kürtler ve kısmen de Aleviler kaldı. Onların da etkisi yeterli değil. b) AK Parti’nin tek derdi Cumhurbaşkanını Başkan yapmak, yoksa anayasa ile bir derdi yok. HDP kimlik derdinde. CHP ve MHP’nin mevcut anayasayla bir sorunu yok. O halde gerçekte yeni anayasa iradesi ortada yok.
Bu söylemde öne çıkan birkaç başlık var.
Bunlardan ele alınmayı hak eden ilk başlık toplumun büyük bir kesimin gerçekte sorunlarını halledip yeni anayasa isteğinden vazgeçip geçmediği hususudur.
Ama ondan önce temel bir soruna değinmemiz gerekir: Anayasa neyin ifadesidir?
Anayasayı doğru tanımlarsak, bu görüşün haklılığı veya haksızlığını da anlayabiliriz.
Anayasa, devletin örgütlenmesine ilişkin temel hukuk metindir. Devlet siyasallaşmış toplumdur. O toplumun siyasallaşıp siyasallaşmadığı, devlet haline gelip gelmediğine bakılarak anlaşılır. Anayasa o toplumun nasıl siyasallaştığını anlatır. Siyasallaşmak, o toplumda meşru görülen bir güç kullanma tekeliyle, kural koyma ve uyuşmazlıkları çözme otoritesinin doğduğu, bu otoritenin kimin veya kimlerin elinde toplandığı ile birlikte nasıl kullanılacağı hususunun kurallara bağlanması anlamına gelir. Yani siyasallaşmış toplum devlet halini almış demektir.
Anayasa bir inşaya işaret eder. Toplum kendini nasıl yönettiği sorusuna cevap, anayasadır. Toplum anayasayı yapmadıysa, cümleyi şöyle kurmamız gerekir: “Bir toplumun nasıl yönetildiği sorusuna cevap, anayasadır.”
Şimdi söyleme dönelim: Şikayeti olanlar azaldı. O halde yeni anayasaya yönelik talep kalmadı.
İlk soruyu soralım: Anayasaya yönelik talep şikayetlerin giderilmesi talebiyle özdeş midir?
Hayattan bir örnek ile yürüyelim: Bir hasta için hayat ilaç mıdır? Evet en önemli sorunu hastalıktan kurtulmak olan biri için ilaç o kadar önemli ki, hayatı ondan ibaret görebilir.
Oysa bu rasyonel bir tutum değil. Hayata tutunma güdüsü insana bunu söyletir. Ama hayat gerçekten ilaçtan ibaret değildir.
Hayat “olağan”dır. Yaşam normaldir. Hastalık yaşamı tehdit eder, tehdit olduğu için ondan kurtulmak gerekir ki hayat normale dönsün. Hayat “normal”e göre işler. Geleceği normale göre planlar, ama anormalliklere göre de tedbir alırız. Hayat tedbirden ibaret değildir. O hayat için gereklidir ama hayatın kendisi değildir.
Bu topraklarda yaşayanlar on yılları aşan sürede mağdur edildiler. Kimlikler inkar edildi. Farklılıklar bastırıldı. Acılar çekildi.
Şimdi bu acıların önemli bir kısmı giderildi. Ama bunların giderilmiş olması, bu insanların, grupların veya kesimlerin “peki nasıl bir arada yaşayacağız”, “nasıl bir geleceğimiz olsun?”, “nasıl yönetilelim?” sorularına bir cevap vermiş olmuyor.
Yani anayasa sorusuna cevap vermiyor.
Bu yüzden insanların acılarının azalmış olması, yeni bir anayasaya yönelik talebi ortadan kaldırmıyor.
Devam edeceğim.
Yorum Yap