- 22.10.2014 00:00
Retorik ve demagoji ile perdelenmeye çalışılsa da, yakma, yıkma ve öldürme/linç etme hadiselerinin yaşandığı 6-7 Ekim olaylarının yol açtığı hasar ortada. Ama bu hasara rağmen çözüm sürecinin devam ettiği de ortada. Hükümet bu konudaki kararlılığını kamuoyuyla paylaştı. Öcalan ve HDP biraz gecikmeli de olsa aynı yönde irade beyanında bulundu. Bu irade beyanlarının değerli olduğunun altını çizelim ve çözüm sürecinde kırılganlık yaratan bazı risklere odaklanalım.
Burada ilk dikkati çeken hususlardan biri, Hükümet ve PKK’da çözüm süreci tasavvurundaki farklılaşmalar.
Hükümetin çözüm süreciyle ilgili yol haritası 6 aşamadan oluşuyor. Bunları özetle (1) izleme ve koordinasyon kurullarının oluşturulması, (2) geri çekilme, (3) silahsızlanma, yani PKK’nın geri çekilmeyle birlikte güvenlik güçlerine ve halka karşı silah kullanmaktan vazgeçmesi, (4) geri dönüşlerin sağlanması, hayata kazandırma, rehabilitasyon, (5) siyaset kanallarının açılması, (6) hukuki ve siyasi adımlar olarak sıralamak mümkün.
Gerek resmi gazetede yayımlanan bu yol haritası, gerekse bunun somutlaşması mahiyetindeki sair adımların HDP, İmralı ve Kandil ile paylaşıldığı ve onlar tarafından da onaylandığı biliniyor.
Peki böyle olduğu halde, “Kürtlerin 6-7 Eylül’ü” olarak nitelendirilebilecek o elim hadiseler neden yaşandı sorusu cevap beklemeye devam ediyor. Psikolojik harp ve PR çalışması mahiyetindeki açıklamaları bir kenara bırakalım.
Burada PKK’nın başat aktör olduğu milliyetçi Kürt hareketinin iki farklı ajandasının olduğundan söz edilebilir. Yani bir yandan Hükümet ile “rasyonel” bir müzakere yürütürken, diğer yandan kendi gizli ajandasını devreye sokmuş olabilir.
Bu yaklaşımı yabana atmak mümkün değil. Zira çözüm süreci hükümetin ve İmralı’nın karşılıklı açıklamalarıyla başladı. 2013 baharındaki ilk uzlaşmaya göre PKK’nın tüm silahlı unsurlarının ülkeyi terk etmesi sürecin ilk aşamasını oluşturuyordu. Lakin PKK görünürde sadece militanlarının yalnızca dörtte birini çekti. Diğer yandan çözüm sürecindeki çatışmasızlık durumunu KCK örgütlenmesinin fırsatı olarak kullandı. Bölgeyi bu doğrultuda terörize etmeye çalıştı. Seçimlerde kendisi gibi düşünmeyen diğer Kürt unsurlarının varlığını tehdit etti. Kısacası çözüm süreci bir hakimiyet fırsatı olarak görüldü. Son eylemlerden de anlaşıldığı kadarıyla verilen sözün aksine silahlanma eğilimi içine girdi veya molotof kokteyli benzeri şiddet araçlarıyla şiddeti kitleselleştirerek daha yumuşak bir silahlanma konseptini uygulamaya koydu.
Elbette bunda Suriye’deki gelişmeler ile birlikte ortaya çıkan yeni imkan ve fırsatların etkili olduğu, silahsızlanıp normalleşme yerine siyasi hakimiyet alanının genişletilmesinin daha cazip bir opsiyon haline gelmesi etkili olmuş olabilir. Kobani etrafında yürütülen propaganda ve eylemler de bu sonucu destekliyor. IŞİD karşıtlığı üzerinden kotarılan “laik” makyaj ise uluslararası sempati üretiyor. Bu sempatiyle pek çok şeyi perdelemek elbette mümkün.
Lakin PKK’nın bölgedeki hakimiyetinin Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin lehine olumlu herhangi bir sonuç üretmediği çok açık. 6-7 Ekim olaylarındaki saldırılarda sadece Kürtler zarar gördü. Kürtler linç edildi. Son on iki yıllık demokratikleşme sürecinde Kürtlerin eşit yurttaş olarak ülke siyasetinde ürettikleri birleştirici, paylaştırıcı ve barışçı kazanımlar riske girdi. Halklar arasında güven sorunu oluştu. Milliyetçilik ve ırkçılığın yeniden ivme kazanması riski doğdu. Dolayısıyla eğer varsa, böyle bir gizli ajandanın örgüt dışında, bir de bölgede savaş ve çatışma arzulayanlar dışında, kimseye yararı yok.
Çözüm süreci açısından bunun bir risk yarattığı tartışmasız.
Ancak bu riski “gizli” ajanda ile açıklamak, sorunun bütününün gözden kaçırılmasına yol açabilir.
Meseleyi Kantorowicz’in ifade ettiği “kralın iki bedeni” ile de açıklayamayız. Ama bir açıklaması olmalı.
Haftaya devam edeceğim.
Yorum Yap