- 18.10.2014 00:00
Saygın bir hukukçu-gazetecimiz erkler ayrılığı ve tarafsız yargı meselesinin önemine vurgu yapan yazılar yazıyor. Bunu yaparken kimi zaman Montesquieu’dan veya Babanzade’den alıntılar yapıyor. Kendince, Erkler ayrılığı ve tarafsız yargının faziletlerinden bihaber siyasilerin dikkatini çekiyor, uyarılarda bulunuyor. İyi de yapıyor.
Yalnız bu kavramlar yargıdaki hakimiyetlerinin sarsılmasından hazzetmeyen güçlerin veya batıni-mesiyanik totaliter siyaset felsefesine sahip örgütlü yapı tarafından bolca kullanılıyor. Yargının bu güçlerin kontrolünde olmasını hiç sorun yapmayan bu ve benzeri yazar-çizerimiz, bir şekilde elde edilmiş ayrıcalıkların kaybolmaması veya yargının sağladığı zırhları ve kalkanları gayrimeşru iktidar mücadeleleri için kullanmak olan yapıları hiç sorunsallaştırmıyor. Bu tür yapılara kefil olabiliyor.
Yargı ile iktidar ilişkisindeki temel sorun, iktidarın kimin elinde olduğuna bağlı değil ki? Yargı için sorun olan husus, yargıcın “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatine göre karar” vermesini zorlaştıracak, iradesini sakatlayacak bir iktidar pratiğinin varlığıdır.
Ve bu iktidar pratiği “demokratik iktidar” tarafından uygulansa bir sorun. Demokratik olmayan gayrimeşru unsurlar tarafından uygulansa daha derin bir sorun. Hele batıni-mesiyanik totaliter siyaset felsefesine sahip örgütlü yapılar tarafından uygulandığında ise durum vahametten de öte...
Saygın hukukçu-yazarımız bu yapılar tarafından uygulanan iktidar pratiğiyle pek ilgili gözükmüyor. Ama yargı hizmetlerinin yürütülmesiyle ilgili de halka hesap vermek zorunda olan demokratik iktidarı çarmıha germeye çalışıyor. Tüm eğilimlerden oluşan ve yargıda bugüne kadar şahit olmadığımız bir çoğulculuğa imkan sağlayan Yargıda Birlik Platformu’nun seçimi kazanmasını, sırf hükümet de bunu destekledi diye, felaket olarak nitelendiriyor.
Montesquieu ve Babanzade’den ders üstüne dersler veriyor.
Böyle olunca da dert sadece demokratik iktidar oluyor. Demokratik iktidar şeytanlaştırılıyor, kötülüğün kaynağı kılınıyor. Onu durduran, zayıflatan, çökerten veya ona savaş ilan eden her şeye hoşâmedî, onun desteklediği her şeyi ise lanet okuma vacip oluyor. Yüksek yargının ve HSYK’nın Meclis üzerinden meşrulaştırılması ise “dehşet verici” bulunuyor.
Yargının “yürütmeyle uyumlu” olması ise haliyle felaketlerin zirvesine dönüşüyor.
Yargının yok edilmesi veya siyasal bir savaş makinesine dönüştürülmesinde beis görmeyen pozisyonunu hiç sorgulamadan, yargı bağımsızlığı ve erkler ayrılığı ilkelerini ötekine hatırlatıyor.
Haksızlık bilinci hak getire...
Hızını alamıyor, 27 Mayıs’ın Yargıtay üyeliğinden gelen Adalet Bakanı ve Lozan doktoralı Amil Artus’un Yargıtay’daki tasfiyesini hatırlatıyor! (Bu tasfiyenin, saygın hukukçu-yazarımızın çok yücelttiği Cenevre doktoralı A. Recai Seçkin’in Yargıtay Başkanlığı döneminde gerçekleşmiş olduğunu unutuyor, ama mesele o değil!)
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor.
Saygın hukukçu-gazetecimiz, darbenin içinde yer alan ve darbenin ardından darbe düzeninin asli unsuru haline gelen yargıçlar kümesini, darbeyi boşa çıkaran ve çoğulcu bir yargının oluşumu imkanını sağlayan yargıçlar kümesiyle eş tutuyor. Oysa batıni-mesiyanik totaliter siyaset felsefesine sahip örgütlü yapı 17-25 Aralık hamlesinde başarılı olmuş ve HSYK’yı ele geçirmiş olsaydı asıl o zaman doğru karşılaştırma yapma imkanı doğmuş olurdu.
Şöyle soralım: Demokrat Parti darbe hazırlıklarını fark edip teşebbüsü boşa çıkarsaydı ve buna bağlı olarak da darbenin parçası mahiyetindeki yargı mensuplarını tasfiye etseydi, örneğin, 27 Mayıs Darbesi’nin aktif bileşeni olan Amil Artus, A. Ömer Egesel, Salim Başol ve pek çoğu sonradan Anayasa Mahkemesi üyesi olacak onlarca hakimi tasfiye etseydi ne derdi?
Bugün yeni HSYK üzerinden yürütülen eleştirilere bakılırsa, herhalde o zamanki tavırları da pek farklı olmazdı, diye düşünmeden edemiyor insan...
Yorum Yap