- 10.09.2014 00:00
A. Recai Seçkin’in 1960 darbesinden hemen sonra yeniden canlandırılan adli yıl açılış törenlerindeki konuşmasından söz ediyordum.
Konuşmayı okuyunca, onun Yassıada Mahkemesi başkanlığını reddetmesinin (doğru ise eğer) bu duruma karşıt olmasından ziyade, kendini daha seçkin bir konuma layık görmesiyle ancak açıklanabilir. Cenevre’de hukuk lisans ve doktorasını tamamlamış biri için haksız bir talep de değil. Hukukun hoyratça ayaklar altına alınmasına sahne olacak mekânlarda arzı endam edemezdi. O muhtemelen, daha çok 27 Mayıs sonrası yargı sisteminin kurumsallaştırılmasının mimarı olmaya layık görüyordu kendisini. 1 Eylül 1960’taki ilk yargı yılı açılış konuşmasında yargıya dair ortaya koyduğu önerilerin 1961 Anayasası hükümlerine dönüşmesinin sağlayacağı saygınlık, herhalde Salim Başol’unki kadar kırılgan olmayacaktı. Nitekim Başol Yassıada yargılamalarından bir süre sonra, kendini alkışlayanlar nezdinde dahi, saygınlığını yitirirken, hatta kendini anlatmak için “27 Mayıs Milli Devrim Derneği” gibi marjinal yapıların tefrikalarında kendine ancak yer bulabiliyorken, Seçkin 27 Mayıs sonrasını domine eden, hatta bugüne kadar Anayasa Hukuku’nu biçimlendiren akademinin büyük saygı duyduğu bir kişi oldu.
Salim Başol ile uyuşmazlığı, onun daha sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğini kabul etmesine engel olmadı.
Seçkin, “devrim muhafızlığı” yerine” “kutsal adalet muhafızlığı” fikrini ikame ederek, sistemin 1945 sonrasına adaptasyonunu sağlar. Zira 1945 öncesi hoyratlığı artık NATO üyesi bir ülkede sürdürmek biraz zor. Sınıfsal hegemonyayı devam ettirmenin rafine yolları bulunmalı, bulunur da: Adalete olağanüstü bir vurgu yapılır. Buna zaten kimse itiraz etmez, çünkü adalet çok kutsal. Adalet kutsal ise, ancak bu kutsiyete vakıf olanlar, adaletin ne olduğuna karar verebilir. Kutsiyet bu şekilde yargıca sirayet eder. Sonra haliyle yargı teşkilatı hiyerarşisinde yüksek yargıçlarda tecelli ve temerküz eder. Yargı bu şekilde, sistemin meşruiyet açığını kutsallık üzerinden kapatan bir aktör, “vesayet koalisyonu”nun kurucu ortağı olur.
Haliyle yargı yılı açılış konuşmaları da “tapınak rahipleri”nin, profanları, kehanetlerle uyarma seremonisine dönüşür.
Recai Seçkin’in vesayete katkısı bununla kalmaz. Konuşmasında yargı sınıfına yeni ortaklar kazandırır. Savcılık kurumunun, Batı demokrasilerindeki gibi kamu adına ve kamu talimatıyla hareket eden bir yapı olmaktan çıkarılıp bağımsızlaşması gereğini söyler. Zira “Savcının yönetim adamlarının etkisi altında dava açması veya açmaması ve özel olarak, bir davada etki altında işlem yapmış bulunması, bir suçsuzun mahkûm edilmesini ve bir suçlunun kovuşturmasız kalmasını sağlamaya uğraşması, adalet için çok zararlı olur.” Der ve ekler “Bu sebeple, Anayasa'ya özel kanun hükümlerince savcıların dahi teminatlı bulundukları yolunda bir hüküm yazılmalıdır.” Aynen öyle olur ve 1961 Anayasası’nın 137. Maddesi “Kanun, Cumhuriyet savcılarının ve kanun sözcülerinin özlük işlerinde ve görevlerini yapmalarında teminat sağlayıcı hükümler koyar” biçiminde yazılır.
Böylesi bir otorite karşısında şapka çıkarmak gerek.
Savcılar mesleki bakımdan Adalet Bakanlığı’ndan bağımsızlaştırılır. Bu şekilde “adalet için çok zararlı” bir durum engellenmiş olur.
İtiraf edeyim ki, yargı konuşmaları içinde Seçkin’in 1960 Adli Yılı açılış konuşması kadar sağlam bir iktidar felsefesi ve teorisi içeren ikinci bir konuşma yok. Bu teorinin Türkiye demokrasisine verdiği zararı fark etmek için 50 yıl beklemek gerekti.
Batı demokrasileri boşuna, adaletin önemi yanında, sistemlerini kutsallardan çok, demokratik usul ve prosedürlerle sağlama tercihini öne çıkarmıyorlar.
* * *
Demokratik meşruiyet zafiyeti olan tüm hareketlerin bu tür kutsallıklara sarılmaları ve “hukukun üstünlüğü” ve “yargının bağımsızlığı” klişelerini büyük bir şehvetle kullanmaları, yahut yargı yılı açılış konuşmalarından medet ummaları tevekkeli boşuna değil...
Devam edeceğim.
Yorum Yap