- 16.07.2014 00:00
Arap baharıyla başlayan demokrasi dalgası küresel müdahalelerle diktatörlüğün ve ve sayetçiliğin rönesansına tahvil edildiğinde, Mısır’da Sisi’nin liderliğindeki askeri darbe başarıya ulaştığında İsrail’in ne kadar memnun olduğu hatırlarda. Arap ve Ortadoğu coğrafyasının demokrasiden nasibini almamış tüm yönetimleri ile İsrail bu konuda aynı çizgide yer aldı. AB ve ABD de bu gelişmelere karşı çok tarafsız davranmadı. İslam Konferansı Teşkilatı’nın pozisyonu da farklı olmadı. Ancak savunmaya eğilimli oldukları “taraf” ne demokrasi ne de Filistin halkının selametiydi.
İsrail Gazze’ye bu rahatlık içinde ölçüsüz ve insanlık dışı saldırısını gerçekleştiriyor. Başta içerideki ve dışarıdaki barış yanlısı Yahudilerin olmak üzere dünyadaki kanayan vicdanları umursamadan uluslararası hukuku pervasızca ihlal ediyor.
Yüzlerce ölümün ardından General Sisi arabulucu oluyor. İsrail kabinesi hızla toplanıyor ve öneriyi kabul ediyor. Sisi’nin itibarına itibar katıyor.
Ve Türkiye’de birileri bu konuda tarafsızlıktan söz ediyor.
* * *
ABD ve AB ülkelerinin demokratik olmadığını iddia etmek mümkün değil. Demokratikleşme yolundaki her ülkenin örnek aldığı bu ülkeler Ortadoğu coğrafyası söz konusu olduğunda bambaşka bir role bürünebiliyor.
Ulusal demokrasilerin sorunu da bu. Bir ülkenin demokratik oluşu, uluslararası ilişkilerde barbarca tutumlar içine girmesini, başka ülkelerde diktatörlüğü, darbeleri veya vesayetçi düzenlerin inşasını engellemiyor. 19. yüzyılda İngiltere demokrasisini kurumsallaştırırken, Batı Afrika’da soykırımlara imza atabiliyordu. Hollanda Uzakdoğu da aynı pratiklere imza atabiliyordu. Avrupa ülkeleri veya NATO Türkiye söz konusu olduğunda demokratik ilkeleri devreden çıkabiliyor, tek parti diktatörlüğünün inşasına veya darbelere sessiz kalabiliyor, muhtemelen destek verebiliyordu.
İsrail kendi içinde demokrasiyi inşa etmiş olsa da, “ulusal demokrasi”nin bu cilvesinin bir ifadesi olarak, kendi dışındakilere karşı barbarca bir tutum içinde olabiliyor.
Uluslararası düzen demokratikleşmedikçe böyle devam eder.
Tüm bu gerçeklikler karşısında “Türkiye tarafsız kalmalı” demek ne anlama geliyor?
Tarafsızlık “normal şartlar altında” pasiflik demek değildir. İlgisizlik de değildir. Öyle olsaydı örneğin hakimlerin tarafsızlığı diye bir kavram kullanmazdık. Hakim de kendi önüne gelen bir ceza davasında tarafsızlık gerekçesiyle davaya bakmazlık edebilirdi. Oysa hakimin tarafsızlığı, tam aksine davanın içine girmeyi, tarafları dinlemeyi, gerekirse onların beyanlarına itibar etmeyip resen araştırma ve inceleme yapmayı, bazen duruşmaya gelmeyen tarafları zorla getirmeyi gerektirir. Tarafsız hakim, en son taraflardan birinin lehine ve ötekinin aleyhine hüküm tesis eder. Yani tarafsızlık aktif bir tutum almayı gerektirir.
Hele ülkenizin yanı başında sınırlar değişiyorsa, yeni ortaya çıkan politik gelişmeler sizin toplumsal dokunuz üzerinde etki doğuruyorsa, mülteci akınına uğruyorsanız, ekonominiz önemli ölçüde çevrenizdeki gelişmelere bağlı ise, pasif kalamazsınız. Siyasetinizi buna göre yeniden gözden geçirmek zorunda kalırsınız.
Yanı başınızda insanlık suçu işleniyorsa da, eğer insanlığınızı kaybetmemişseniz, tarafsız olabilir, ancak ilgisiz duramazsınız.
Türkiye tarafsız kalmalı diyen figürler ve siyasal aktörlerin böyle bir tarafsızlığı kastetmediği aşikâr.
Ulusal demokrasiler çağının sorunlarına ve küresel adaletsizliklere karşı sessiz kalacağız. Ortadoğu coğrafyasında diktatörlüklerin rönesansına arka çıkacak, ulusların, kitlelerin, bireylerin demokrasi mücadelesini tehdit olarak göreceğiz. Daha doğrusu tehdit olarak görenlerin yanında yer alacağız. İstenen bu herhalde.
Tarafsızlıkla kastedilen şey eğer “kafayı kuma gömmek”, dünyayı ıskalamış olmanın ruh haliyle kendini 70’lerin Yeşilçam filmlerinin masalımsı dünyasına teslim etmek değilse eğer, Ortadoğu coğrafyasına ve Türkiye’ye biçilen role teslim olmaktan başka bir şey olamaz.
Neyse ki Türkiye bu değil.
Yorum Yap