- 7.06.2014 00:00
Cumhurbaşkanlığı konusunu işlemeye devam edelim.
Pek çok anayasa hukuku kitabında da ifade edildiği gibi yürürlükteki 1982 Anayasası küresel eğilimlere uygun olarak yürütmeyi güçlendirdi. Ayrıca 1961 Anayasası dönemine bir tepki olarak etkin ve işleyebilir bir Meclis tercihini ön plana çıkardı. Rasyonelleştirilmiş Parlamentarizm olarak da nitelendirilen bu tercihe göre, Parlamentonun yapacağı seçimlerde kilitlenme ihtimali aşıldı. Yasama faaliyeti kolaylaştırıldı. Hükümetin düşürülmesi oldukça zorlaştırıldı. Sistemin tek hâkimi veya vasisi konumundaki ordunun fiili ağırlığını zedelememek ve anayasadaki dengeyle oynamamak kaydıyla, siyasal aktörler anayasanın genişlettiği siyasal hareket alanı içinde etkin politikalar yürütebildiler.
Bu anayasada da cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçilmesi esası benimsendi. Ancak seçim usulü 1961 Anayasası’na göre kolaylaştırıldı. Seçim usulü 1980 öncesindeki sonu gelmeyen turlara rağmen aylarca cumhurbaşkanının seçilememesine bir tepki olarak düzenlendiğinden, 1982 Anayasası seçilememe ihtimalini neredeyse imkansızlaştırdı. Zira anayasanın 102. Maddesi’nin 2007 yılına kadar geçerli olan metnine göre ilk iki turda adaylardan herhangi biri TBMM’de üçte iki çoğunluğa ulaşamazsa, üçüncü turda seçilmek için salt çoğunluk yeterli olacaktı. Bu turda da seçim sonuçlanmazsa, son bir turda, bir önceki seçimde en fazla oyu alan iki aday arasında bir seçim yapılacaktı. Bu turda da bir şekilde seçim gerçekleşmezse Meclis seçimleri yenilenecekti.
Meclisi mutlaka bir cumhurbaşkanı seçmeye zorlama ve en son çare olarak feshetme tercihi elbette, 1961 Anayasası’nda olduğu gibi sadece “sembolik” yetkilere sahip bir cumhurbaşkanı için abartılı bir hassasiyet olurdu. Hassasiyeti abartıyla anlamlandırmak yerine 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkilere ve araçlara bakmak bize aynı zamanda sistemin ağırlık merkezinin nerede olduğu ve erkler ayrılığı ilkesinin nasıl tasavvur edildiği hakkında daha iyi fikir verebilir. Bu tespit 2007 yılında cumhurbaşkanı seçimi sırasında yaşanan derin tartışmaların ve gerçekleştirilen mitinglerin motivasyonunu anlamak bakımından da işlevseldir.
Dolayısıyla bu işlevselliği sadece “12 Eylül darbesini yapanlar, daima kendilerinin veya kendileri gibi sivillerin cumhurbaşkanı olacağını hesaba katarak bu tercihte bulunmuşlardı” biçiminde yorumlamak mümkün değildir.
Bunun için anayasanın sistem tercihlerine yeniden bakmak gerekir.
Etkinleştirilmiş bir Meclis çoğunluğuna dayandığı için meşruiyeti güçlü bir hükümetin, seçim barajı sayesinde aynı zamanda “reel olmayan” Meclis çoğunluklarına dayanması ve siyasi partiler kanununun sağladığı imkan sayesinde Meclis’i tamamen kontrol ederek parti politikasının uygulama aracına dönüştürmesi 12 Eylül’ün sistem tasavvurlarına uygun düşmezdi. Zira ortaya çıkacak “meşru” demokratik güç yoğunlaşması Türkiye’de yüz yıldır egemen olan egemenlik ilişkilerini zedeleyebilir ve gerçek anlamda bir rejim değişikliğine sürükleyebilirdi.
Bu yüzden sistemde denge ve denetim daha farklı bir yerde kuruldu. Meclis’i iktidar merkezi haline getirmeden etkinleştirmek, yönetilebilirlik için zorunluydu. Bunun mantıksal sonucu olarak ortaya çıkan demokratik güç yoğunlaşması ise tarafsız ve güçlü blokaj yetkilerine sahip (tercihen geleneksel bürokratik paradigmayı savunan) bir cumhurbaşkanıyla nötralize edilmeliydi.
Kanaatimce 1982 sisteminin mantığı nedeniyle “yasama” ve “yürütme” arasında kurulması imkansız olan sistem dengesi, bu yüzden “yürütme”nin içinde, yani kabine (başbakan) ve cumhurbaşkanı arasında kuruldu. Cumhurbaşkanının yargı ve idari bürokrasideki atama yetkileri bu dengeyi sağlamlaştırmaktadır. Bu sayede 1961 Anayasası’yla kurumsallaşan “kurumlar”-“siyasal temsil” arasındaki gerçek denge korunmuş oldu.
Elbette darbecilerin “kendilerinin veya kendileri gibi sivillerin” cumhurbaşkanı olacağı beklentisinin, bu sistemin kurulmasında tamamlayıcı bir motif olduğunu bütünüyle yadsıyamayız.
Devam edeceğiz...
Yorum Yap