- 12.04.2014 00:00
İki günlük Berlin ve Brüksel ziyaretleri sonucunda edindiğim izlenim şöyle:
Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkisi demokratik bir çerçevede cereyan eden bir yarış değil. Bunu da anlamak mümkün, zira yaşanan süreç aslında eski ve yeni Türkiye arasında bir yarış sürecidir. Yüz yıllık dışlayıcı ve katı merkeziyetçi bir siyasal düzen bugün sürdürülebilir olmaktan çıktı. Ancak bu düzenin sağladığı ayrıcalıkları kaybetmek istemeyen çeşitli sınıflar ve yapılar var. Bu yapılar yüz yıllık süreçte sistemden dışladıkları çoğunluğun kimliğini bastırmaya çalıştı. Buna karşı kimliği bastırılanlar da sistemin dışlayıcı boyutunu ortadan kaldırmak üzere demokrasi mücadelesi içine girdi.
Bu süreç bu yüzden olağan ve normal bir demokrasi içinde gerçekleşen ve programların yarıştığı bir süreç olmadı. Olması da mümkün değildi. Kimlikleri bastıranlar ile kimlikleri bastırılanlar arasında, hak mücadelesine şahit olduk. Referanslar farklı olduğu için mücadelede uzlaşı mümkün olamazdı. Ontolojik bir savaş yürütüldü.
Türkiye içinden bu gerçeği algılamayanların çokluğu şaşırtıcı değil. Türkiye resmini dışarıya yansıtanlar da daha çok bunlar olduğu için, Türkiye’ye ilişkin Batı'daki değerlendirmelerin bir kısmı “paralel bir evrende yaşıyor olma” duygusunu size yaşatabiliyor.
Berlin’de yapılan panelde Alman Parlamentosu’nun Türkiye kökenli bir sosyal demokrat milletvekilinin birkaç gazete kupüründen yararlanarak yaptığı konuşması, Almanlara bile oldukça sürreal geldi. Oysa Alman kökenli başka bir sosyal demokratın daha dengeli bir değerlendirme yaptığını da gördük.
***
Bu iktidar mücadelesinde Batı’nın Türkiye’yi anlaması çok zor. Zira AB kendi içinde birçok sorunla uğraşırken, Türkiye konusunda şablonlara ve klişelere sığınma kolaycılığını seçti. Seçtikçe Türkiye’den uzaklaştı ve içine kapandı.
76 milyonluk bir ülke olarak Türkiye’nin kurumsal ve siyasal deneyimini, AK Parti’nin 12 yıllık reform ve yapısal dönüşüm bilançosunu, özgürlükler ve demokratikleşme konusunda olağanüstü performansını bir kenara itip sadece Erdoğan’ın Türkiye iç siyasetinde karşılaştığı mücadelede kullandığı dile odaklanmak, mantıklı ve akılcı olmadığına göre, 17 Aralık darbe hareketinin yarattığı olağanüstü tedbir alma zorunluluğunu görmezden gelip, şablon ve klişelere sığınmak ancak bu şekilde açıklanabilir. Avrupa Parlamentosu’nun yaklaşan seçimleri ve aşırı sağın önemli ölçüde sandalye sayısını artırması beklentisinin Türkiye’nin tartışıldığı her mekanda yüzeysel ve şabloncu yaklaşımları beslediği, sahne performanslarına iyi malzeme olduğu da aşikâr.
Diğer taraftan, Türkiye de Kıbrıs konusunda yaşanan haksızlık, müzakerelerdeki vetolar ve blokajlar, vize zorluğu gibi pek çok nedenle AB’ye kuşkuyla yaklaşma eğilimine girdi. Elbette bu durumun Türkiye’de de Batı’ya ilişkin şablon ve klişelere sığınma kolaycılığını tetiklediğini görmemiz gerekir.
Türkiyeli self oryantalistlerin ve Gülen hareketinin bu klişe ve şablon diplomasisini besleyen özel gayretleri, karşılıklı kapanma ve irrasyonelleşme sürecini hem besledi hem de hızlandırdı. Ancak 30 Mart seçim sonuçları masadaki klişe ve şablonları paçavraya çevirmiş gözüküyor.
Bunu Brüksel’de gözlemleme fırsatı bulduk.
AB-Türkiye süreci gerçekten sabır isteyen bir süreç. AB’nin hazım sorunu tartışmasız var. Ancak bu sorununun kaynağı sadece Türkiye’nin nüfus itibarıyla büyüklüğü değil.
AB, Türkiye’nin derinliğini, kültürel ve tarihsel hafızasını ve sosyo-politik dinamiklerini hazmedebilecek kapasitede değil. Böyle bir yeteneği de yok.
Bunu anladığı zaman da Türkiye diskurunu, “hazım” üzerine kurmaktan vazgeçip, ortak demokratik standartlar çerçevesinde “ortak inşa” üzerine kurması gerekebilir.
30 Mart seçimleri AB cenahının son birkaç yıldır klişe ve şablonlarla yürüttüğü diplomasisinin ve bu yolla Türkiye’ye ilişkin beklenti ve tahminlerinin çöküşünü göstermesi bakımından çok önemli bir dönemece işaret ediyor.
Bundan sonrasının şablonlar ve klişelerden uzak bir, analiz, anlama, diplomasi ve müzakere anlayışıyla yürütülmesi gerekir.
Yorum Yap