- 25.05.2011 00:00
Belirli kesimler otomatik bir hamilik duygusuyla müdahale etme ve ders vermeye kalkıyor. Siyasal sistemde kurucu olan demokratik irade değil, kutsallar... Kimler bu kutsallığın rahipliğini veya şövalyeliğini yapıyorsa söz sahibi onlar olacaktır!
Subayın biri, Türkiye’de alternatif tarih üretmeye çalışıyorlar serzenişinde bulunmuş... Gazetelere yansıdığı kadarıyla “Gerçeklerin değiştirilmesi ve saptırılmasıyla tarihsel olguların farklılaştırılmak istendiği ve böylece Atatürk ve arkadaşlarının mücadelesine farklı bir anlam yükleyerek alternatif tarih yazılmaya çalışıldığını ibretle ve esefle görüyoruz ” demiş. Ardından “Alternatif tarih yaratma girişimlerine karşı durabilmek için tarihi doğru olarak öğrenmek, anlamak, yorumlamak ve savunmak” gerektiğini vurgulayan subayımız, “Yüce Atatürk’ün ‘en büyük eserim’ dediği Cumhuriyet’in korunması ve yüceltilmesinin doğru ve sağlam bilgilere sahip olarak yapılacak mücadeleyle mümkün olacağını” hatırlatıvermiş.
Alternatif tarih serzenişlerinin, Atatürk’ün sağlığında neredeyse kimsenin hatırlamadığı bir tarih olan, 12 Eylül darbesini yapan çetenin kudretli generallerinin ulusal bayram olmasını emrettikleri “19 Mayıs Ulusal” Bayramını kutlama etkinliği çerçevesinde, haberde adı geçen muteber tarihçiler huzurunda dile getirilmiş olmasının garabet hali ve karargâh tarihçilerini rahatsız etmeyişi ayrı bir konu.
Demokrasinin ‘hamileri’
Bu subayımızın Genelkurmay Başkanı olduğunu herhalde herkes anlamıştır. Konuşmalarının tapu kadastro müdüründen veya zabıta amirinden daha önemli olmaması gereken memurlarından yani... Ama bu ülkede zabıta amirle
ri darbe yapmadı. Cumhuriyeti kurmadı (!), Atatürk’ün zabıtası değillerdi. Olamazdı da zira önemli olup olmama, hukukun kurumlara veya gruplara verdiği hukuksal statüden daha çok, kutsallara dayanmakla ve hukuku ve demokratik ilkeleri çiğneme gücüyle doğru orantılı.
Bir kere bu ülkede bazı konular söz konusu olduğunda belirli kesimler otomatik bir hamilik duygusuyla konuşma, müdahale etme ve ders verme hakkını kendinde görebiliyor. Bu gelenek kırılabilmiş değil, yalnızca konjonktürel olarak bir geri çekilme ve şartlar olgunlaşana kadar mümkün olduğu kadar fazla görünmeme stratejisi izleniyor. Bazen yol kazalarının yaşanması, kuralı değiştirmiyor.
Temel siyasal konulara ilişkin yaklaşım ikinci sorun. Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik, Kurtuluş Savaşı ve İnkılâplar konusu olduğunda kendiliğinden bir karar verici otorite algısı devreye giriyor ve bu karar vericilik hep olağan kabul ediliyor. Örneğin “Hangi Atatürk”, “hangi Cumhuriyet”, “hangi laiklik veya Kurtuluş Savaşı” biçiminde sıralanabilecek tüm soruların cevapları verilmiş kabul edilir. Ancak gerçek öyle değil. Sorun herhalde bu kavramlar, olaylar ve olgular hakkında konuşma tekelinin birilerine ait olmasıdır. Hal böyle olunca, hangi dönemde,
hangi cevapların geçerli olacağına da daima o birileri karar veriyor. Örneğin Kurtuluş Savaşı denince, bir dönem Anadolu ihtilali, bir dönem gavur batıya, bir dönem emperyalizme karşı savaş, başka bir dönem ise başka bir şey... Cumhuriyetin kuruluş felsefesi deyince, 1920’lerin sonunda ittihatçı, şoven, 1930’lardan 40’ların ortalarına kadar nasyonal sosyalist ve faşist, 1945’ten sonra kafası karışık, 1960 darbesiyle birlikte laik, devletçi, planlamacı, baasçı, 30’lara öykünmeci, 1970’lerden itibaren biraz sağcı ve biraz popülist, 90’ların sonuna doğru yeniden baasçı-laik, 2000’lerden itibaren ise ucube. Ama demokratik ve özgürlükçü değil ve hiçbir zaman olmadı.
Ancak en doğru cevap şu: Bu “biri”lerinin iktidarının devamı için hangisi gerekliyse “o”!
Dolayısıyla bu söylemin ikinci sorunu, söz konusu kavramlar ve kutsallar üzerinden birilerinin hegemonyasını devam ettiriyor olmasıdır. Yani bu ülkenin siyasal sisteminde kurucu olan demokratik irade değil, kutsallardır. Kimler bu kutsallığın rahipliğini veya şövalyeliğini yapıyorsa sistem hakkında söz sahibi onlar olacaktır. “Cumhuriyeti kuran ordu” veya “Atatürk’ün ordusu” sloganları bunu açıklamaya yeter.
‘Surların ardından’ halka
Sistemin derin aklı bakımından araçsallaştırma açıklayıcı olsa da, sistem taşıyıcılarının tavrını açıklayacak kavram daha çok “inanç”tır.
Her bir subayın çektiği nutkun aynı dogmatik ve kategorik hakikatler ve “analiz”ler üzerine kurulu olmasını, eğitim ve sosyal çevreyi dikkate almadan açıklama imkânı yok. Askeri okullarda öğrencilere tek doğrucu, gerçekliğinden koparılmış bir tarih anlayışı ve ideoloji yüklenip, bunların siyasete ve topluma ilişkin tüm tasavvurları, kimliği ve bilinci bütünüyle “surlar ardında” sosyal gerçeklikten uzak şekilde inşa edilince, ister istemez, taşıyıcılardaki bu bilinç “alternatif tarih” serzenişi olarak dile geliyor; alternatif tarih girişimlerine karşı yapılacak olan da “tarihi doğru olarak öğrenmek, anlamak, yorumlamak ve savunmak” oluyor.
Surlar ardından duyulan bu buyruğun muhatabı ise, konuşmanın TV’lerden yayınlanması murat edildiğine göre, toplum oluyor.
Aslında burada şikâyet etmeleri de gerekmiyor, zira “milli” eğitim sistemi, zaten aynı dogmatik, şoven ve militarist eğitimi 100 yıldır veriyor. Toplumun tamamının “surlar ardında” yaşamaması nedeniyle yüzde 60’ının darbe karşıtı ve alternatif tarihe sempatiyle bakması bir “kusur” olsa da, son araştırmaların gösterdiği gibi toplumun yüzde 40’ı “gerektiğinde” askerin müdahalesini olağan karşılıyor. Esaslı bir faşizm tehlikesine işaret etse de, subayımızın içinin rahat olması gerekiyor.
Uğursuz çağrılar
YENİ anayasa, siyasete duyulan güvenle de ilgili. Seçimdeki rekabetin düzeyi, siyasete ve siyasi aktörlere yönelik inancı sarsacak düzeyde. Geleceğe yönelik sorumluluk bilinciyle daha yapıcı bir söyleme dönülmediği takdirde, hem toplumun inancı sarsılabilir, hem de aktörler arasında yaşanacak iletişim yokluğu uğursuz çağrıları duyulur hale getirebilir. Ve Türkiye bu defa yalnızca zaman kaybetmekle kalmaz.
Bu nedenle surların dışındakilerin daha sorumlu davranmasını hatırlatmakta yarar vardır. Yeni Anayasa Platformu toplantılarında “surların ardındakiler Anayasa yapmasın” çağrısı bu açıdan çok anlamlı...
Yorum Yap