- 11.12.2014 00:00
Bir avukat olarak çok sayıda iddianame okudum bugüne kadar.
Eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve onların devamı olan Özel Yetkili Mahkemeler’in savcılarınca hazırlanan iddianamelerin hep büyük bir problemi olurdu.
Bu davalarda savcılar ilk önce bir “örgüt tanımlaması”yapar ve bu tanımı yaptıktan sonra, artık “somut”suçlamalar yöneltmeden, sanıkları bu “örgüt” torbasının içine doldururlardı.
İnternete sızdığı kadarıyla 17 ve 25 Aralık fezlekelerini okumaya çalıştım. Bu fezlekeler, benim bütün meslek hayatım boyunca gördüğüm en somut iddiaları içeriyordu.
Hukuk devletinde olsaydık
Sürekli olarak insanları örgüt torbasına dolduran polisler ve savcılar, bu davaların zülfüyâre dokunacağının da farkında olarak, herhalde kendi meslek hayatlarında örneği olmayan bir şekilde, hangi sanığın, tam olarak ne suç işlediğini ve bunların delillerinin neler olduğunu tek tek anlatıyorlardı.
“Şu şahıs, şu kadar parayı, şu kuryeyle, şu güzergahı izleyerek şu tarihte şuna teslim” etti denen bu fezlekelerin birer darbe hazırlığı olduğu söylendi sonradan.
Biz eğer demokratik bir hukuk devletinde yaşıyor olsaydık, bu yolsuzluk dosyaları asla bu şekilde kapanamazdı. Alın o dosyaları Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da hakim önüne koyun. Bu ülkelerin her birinde Ağır Ceza Mahkemeleri’nde davalar çoktan açılmış ve yargılama da belki bitme noktasına gelmişti. Dava açıldıktan sonra ne olurdu, kim mahkum olur, kim beraat ederdi bunları tabii ki bilemeyiz. Yargılama bitinceye kadar herkesin masum sayılma hakkını da gözardı edemeyiz. Eğer böyle bir yargılama olsaydı, beraat eden zanlılar kamu vicdanında da aklanmış olacaklardı.
Yine demokratik bir ülkede, bu savcıların ve polislerin, bu fezlekeleri ve iddianameleri “kendi hiyerarşileri dışında bir yerden” emir olarak hazırladıkları yönündeki iddialar da soruşturulurdu. Eğer somut deliller bulunursa bu soruşturmaları yürütenler hakkında da ayrı bir dava açılırdı.
‘Paralel’ dağı fare doğurdu
Şu ana kadar ortaya çıkan fotoğraf şudur: Yolsuzluk soruşturmasının üzeri tamamıyla örtülmüştür. Öte yandan “paralel devlet” soruşturmasında, polisler hakkında yasa dışı dinleme iddiaları dışında hiçbir somut suçlama göremiyoruz. Eğer polisin içinde ya da adli mekanizmada kendi hiyerarşileri dışında bir yerlerden emir alıp iş yapanlar varsa, onlar da en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ama şu ana kadar bu “paralel soruşturması” dağı, bir fare doğurmuş gibi görünüyor.
Tam burada, geçtiğimiz günlerde CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun ortaya attığı vahim bazı iddialara geliyoruz. Tanrıkulu, 17 Aralık’ın yıl dönümünde, Geziciler’e, Çarşı Grubu’na, fişlenen polislere, bürokratlara, iş adamları ile medya ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine yönelik 43 ilde büyük çaplı gözaltı operasyonları yapılacağını ve binlerce kişinin gözaltına alınacağını öne sürdü ve bu iddialarını Meclis’e taşıdı.
Eğer Tanrıkulu’nun söylediği türden bir operasyon yapılır ve insanlar somut suçlamalarda bulunmadan “darbeye teşebbüs ettikleri” veya “örgüt üyesi oldukları” iddiasıyla gözaltına alınırsa Türkiye’de rejim faşizan bir yere sürüklenecek demektir. Bu aynı zamanda insan hakları ihlallerinin kitleselleşmesi anlamında 90’lara da bir dönüşü ifade eder. Yeniden Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler önünde vahim hak ihlalleriyle dava edilen bir ülke olur.
İleri demokrasi diyerek Türkiye’yi 90’lı yılların kabusuna geri döndürmeyin; olağanüstü yollara sapmayın; bu ülkeyi böyle bir deli gömleğinin içine sokmayın. Yarın, sizin de hukuka ihtiyacınız olabilir, bugün yaratacağınız canavar yarın sizin ümüğünüzü sıkabilir, bunu hiç hatırdan çıkarmayın!
Yorum Yap