- 23.09.2013 00:00
Jung herkesin inkâr ettiği parçaları olduğunu söyler. Bu istenmeyen parçalar gölgeye dönüşür; en uzun gölgeleri olanlar en mutsuz insanlardır. Bizde ulus devlet kurulurken, devlet toplumun büyük çoğunluğundan kendi özlerini inkâr edip sürgüne göndermelerini istedi. Türlü türlü şapkalar, ceketler, papyonlar giyilip Batı müziği dinlenilmeye başlandığı sırada, toplumun büyük çoğunluğu için de manevi bir göç başladı.
Jung istenmeyen parçaların gölgeye dönüştüğünü söylüyor ya, Türkiye’de devlet, bu ülkedeki halklardan bizzat kendi özlerini bir gölgeye dönüştürüp sürgüne göndermelerini istedi. Böylece, büyük çoğunluğunun gölgeleri kendilerinden çok uzun olan insanlardan oluşan bir ülke çıktı ortaya. Dindar Müslümanından gayrimüslimine, Kürt’ünden Alevisine kadar herkes, gerçek özlerini kamusal alanda görünmez kılıp, karanlık, izbe ve virane mekânlara kapattı.
Bizim devlet, bu ülkenin halklarına bir taraftan ancak sahte bir kimlikle gün yüzüne çıkma izni verirken, öbür taraftan da sürgüne gönderilen gerçek özlerini, hep karanlık dehlizlerde yaşaması gereken Notre Dame’ın kamburu Quasimodo gibi hissettirdi. Qusaimodo gün yüzüne çıkmamalıydı, çünkü o kazma dişli bir mürteciydi; bilinmeyen bir dil konuşuyordu, zaten adını da dağda kart kurt diye yürürken almıştı; o haindi, arkadan vururdu; ahlak yoksunuydu vd.
Victor Hugo’nun ölümsüz eserinde Quasimodo’nun hayatı boyunca belki de karşılaştığı tek insani davranışı, tekrar tekrar (Esmeralda’ya referansla) “Su verdi bana” diye söylemesi gibi, bizde de devlet, küçük hak kırıntılarıyla mutlu olmasını istiyor bizim halkların. Artık kırbaç yemiyorsan ve ağzına da bir-iki damla su damlatılmışsa mutlu olmalısın.
Daha önce bu köşede yazmıştım, köylerin yakıldığı, yargısız infazların yapıldığı bir toplama kampından çıktık diye, AK Parti kuru ekmek için kendisine minnettar olmamızı istiyor.
Küçük küçük kırıntılarla yetinmemizi isteyen AK Partililerin kendileri de aynı dehlizlerden geliyorlar oysa. Ama bugün, onlar da kendilerini o karanlık kuytulara yollayan adamlar gibi davranıyorlar. Aynı kibir, aynı tepeden bakış, aynı hükümran dil.
Gayrimüslimi gayrimüslim, Aleviyi Alevi, Kürt’ü Kürt olarak tanımadıktan sonra, yapacağımız her şey, atacağımız her adım, ne kadar iyi niyetli olduğumuzu düşünsek de, asla bir makyajın ötesine gidemeyecek. Devlet okulunda olsun, özel okulda olsun sadece Kürtçe ders okutulması, Quasimodo’ya su verilmesinden ibarettir. Biz demokratik bir ülke olacaksak gerçekten, bütün kimlikler sürgünden dönecek, herkes bu ülkenin gerçek vatandaşı olacak.
Biz hangi cüretle vatandaşlarımızın anadillerini Türkiye’de hangi ölçüde kullanabileceklerini bir pazarlık konusu yapıyoruz? Nasıl oluyor da Alevilik bir din mi diye tartışma küstahlığına girişebiliyoruz? Başörtülü kadının nerede çalışıp çalışamayacağını sorguluyoruz?
Ancak bu ülkede yaşayan insanları birinci sınıf vatandaş olarak tanıdıktan sonra, hepimiz için ciddi bir iyileşme süreci başlayacak. Gün yüzüne çıkmasına izin verilmeyen Quasimodo’nun ne kadar şövalye ruhlu birisi olduğunu gördüğümüz gibi, serbest kalan kimliklerin ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu fark edeceğiz bir taraftan. Öbür yandan, bu ülkenin Quasimodo’ları uzun yıllar boyunca gerçek kimliklerinin sürgün hayatı yaşamasının ne kadar ağır bir bedeli olduğunu fark edecekler. Tamamen özgür kaldıktan sonra, dindarı, Alevisi, Kürt’ü yavaş yavaş kendilerinde oluşan tahribatı da görmeye başlayacaklar. Birisi, yıllarca gizli gizli devleti ele geçirme gayretiyle yüzleşecek; öbürü, diğerleri tarafından istila edilme korkusu nedeniyle zaman zaman darbecilere göz kırptığını fark edecek; bir diğeri, faşizan bir devletle çarpışıyorum derken kendisinin de faşizan örgütler kurduğunu, bireyi totale kurban ettiğini görecek...
Çok uzun bir yol bizimkisi. İyileşmek ve arınmak için uzun bir zamana ihtiyacımız var. İlk adımı, ruhlarımız sürgünden döndüğü gün atacağız...
Yorum Yap