- 14.05.2016 00:00
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AKP’yi kongreye götürme ve genel başkanlıktan çekilme kararı dünya kamuoyunda çok konuşuldu. Yurt içerisinde siyaset ile ilgili kesim ise şaşkınlık içerisinde gelişen olayların nereye varacağına yönelik öngörülerde bulunuyor; fakat olayların çok boyutlu olması bu durumu içerisinden çıkılmaz bir hâle getiriyor.
Yaşanan olaylar zincirini oluşturan halkaları teker teker ele alma ve tarihsel bir sıralamaya sokma çabasına girip konuyu uzatmaya gerek duymuyorum.
Ülkemizde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilerek işbaşına gelmesi ile oluşan yeni yapı siyaset bilimi elitleri tarafından yarı başkanlık olarak yorumlanmıştır. Siyasal hedefi başkanlık sistemi olan muhafazakâr bir siyasal partinin iktidar olduğu toplumda yarı başkanlık döneminden geçilmesi, yaşanacak gerilimler ve tecrübeler ışığında kendisine uygun bir başkanlık modelinin seçilmesi veya oluşturulması gerekmektedir; aksi hâlde çoğunluğu muhafazakâr olan bireylerden oluşan bir toplumda aniden siyasal sistemi değiştirmeniz devrim olarak algılanır ve bu karşı devrim potansiyeli yaratır.
Türkiye’nin; Tayyip Erdoğan’ın siyasal tercihine bağlı olarak girdiği sistem değişikliği yolunda, rakip partilerin engelleme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanacağını varsayarsak yeni seçilecek başkanın kim olacağı ve başkanlık sistemi modelinin nasıl olacağı hakkında doğru tahminlerde bulunabiliriz.
Öncelikle siyasi düşünce tarihinde yeni sayılan başkanlık sisteminin federal yapı ile desteklenmediğinde başarısız olacağı tezinden yola çıkarsak “Federasyon demokratik bir siyasi yapıdır” söylemi ile akıllara gelen Abdullah Gül’ün genel başkanlığa en yakın isim olduğu ortadadır. Genel başkanlığa en yakın ikinci isim ise partiye yeni bir dinamizm getireceği düşünülen Bekir Bozdağ’dır. Ayrıca AKP’nin yargıyı dizayn etme çabaları ve HSYK üzerinde yaptığı değişiklikler sistemin nasıl şekilleneceği hakkında ipuçları vermektedir. Bu gelişmeler Türkiye’nin etnik yapısının birçok etnik kökene dayanması ile benzerlik gösteren İspanya’da uygulamada olan federal yapıdan esinlenerek yapılandırılacak başkanlık sistemine doğru gidileceğini göstermektedir.
İspanya modeli; siyasal bilimler literatüründe post-modern federalizm olarak bilinmekte ve bünyesinde üniter sistemin özelliklerini eritmemektedir. Bu durum cumhurbaşkanının “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemi ile çelişmediğinden uygulanması en pratik model olarak görülmektedir.
İspanya’da her eyaletin kendi polis gücü, yasama meclisi, bakanlar kurulu bulunmaktadır. Yasama ve yürütme gücü yerel yönetimlere bırakılmıştır, yargı gücü ise merkezîdir. Eyaletlerin kendine göre çıkardığı yerel yasaların federal anayasaya uygunluğu Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenir ve onayı olmadan yürürlüğe girmez.
Uzun süren Francisco Franco faşizminden sonra uzun yıllar ETA terörü ile mücadele etmek zorunda kalan İspanya’nın gerçekleştirdiği sistem değişikliği sayesinde huzur ortamını sağladığı kabul edilmekte ve ülkemizde süren PKK terörünün üstesinden bu şekilde gelineceği düşünülmektedir.
İyimser bir bakış açısı ile başkanlık sistemine giden süreci değerlendirdikten sonra şüpheci yaklaşım ile gelişen olaylara yorum getirmek gerekirse; cumhurbaşkanının yetkilerini yeterli bulmayıp, parlamento üzerinde denetimini artıracak ve siyasi geleceğini garanti altına alacak tek yol olarak değerlendirebileceğimiz başkanlık sistemine geçiş sürecinin doğal olarak toplumun geniş kitlelerini endişelendirmesi kaçınılmazdır.
Kamuoyunda, parlamenter sistemin ve demokrasinin etkinliğinin düşürüleceği, kişisel hak ve özgürlüklerin devlet karşısında zayıflatılacağı hâkim görüş olmakla birlikte, sadece ülkemizde değil, gelişen küreselleşme olgusu neticesinde tüm dünyada bu eğilimler göze çarpmaktadır.
İyimser bakış açısı ile post-modern burjuva demokrasisine, şüpheci bakış açısı ile post-modernizmin kaosuna gitmemizi sağlayan başkanlık sistemi tartışmaları ülkemizde bundan sonra da uzun zaman düşünülecek ve tartışılacak.
Bu konuda optimist mi, yoksa şüpheci mi olmak bizi gerçeğe ulaştırır; yoksa gerçeği bir kenara itip, iyi topluma nasıl ulaşabiliriz sorusuna mı yanıt aramamız gerekmektedir?
Alman filozof Hegel felsefeyi: Zamanı bilinçte kavramak şeklinde tanımlamıştır.
İçerisinde bulunduğumuz ve post-modernizm olarak adlandırılan zamanı kavrayabilmek için öncelikle gerçeğin ne olduğuna mı, yoksa iyi topluma nasıl ulaşabiliriz sorusuna mı öncelik vermemiz gerektiğine doğru yanıt vermemiz gerekmektedir.
Bence, iyi toplum nasıl olur sorusuna yanıt aramak ikinci sıradadır. Benim için en yalın ve ulvi olan ilk arayış, gerçek nedir sorusunun cevabıdır.
Yorum Yap