- 5.12.2011 00:00
Problem o ki, sadece Kemalistlerden değil, Kemalist olmadıklarını söyleyenlerden de; “Mustafa Kemal olmasaydı, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin gerçekleşemeyeceğini; zira halkın içselliğinden doğarak bunu kanırtacak dinamik bir ivmenin olmadığını” ileri sürenler var. Eğer bu doğruysa, lâfı gevelemeden diyelim ki, haksızlık ediyoruz o zaman biz Atatürk’e. Her şeyi ona borçluysak, tıpkı Kemalistler gibi, Anıtkabir yönüne serelim derhâl biz de seccadelerimizi.
Kendi içsel mekanizmaları o devinimlerden yoksun bir toplumu, iyi huylu bir önderin alıp uçurması ve bir Tanrı gibi yoğurması, nasıl fantastik bir öyküdür? Bir birey, düşünsel anlamda elbet de toplumundan, hâttâ dünyadan daha ileride olabilir. “Düşünce tarihi”nin de yazdığı gibi, zaten o yüzden de muhtemelen itilip kakılıyordur.
Sıkça denedikleri bir vakıadır ama, eylem adamlarının bireysel tasarımlarıyla toplum inşa edebildikleri nerede görülmüştür? Bir ülkede, o ülke insanlarının kendilerine kalsa asla yapmayacaklarını, biri çıkıp yapabilir mi? Hiç böyle bir tarih ve toplum algısı olabilir mi?
En az bizim “Cumhuriyet”te geçen şimdiki sürecimiz kadar, 1920’lerdekilerin de arkasında,“Tanzimat Fermanı”ndan beridir deneyimledikleri çalkantılı bir siyasal hayat dururken; “yarın Cumhuriyet’i ilân ediyoruz” dendiğinde, o güne değin armut toplamışların şaşkınlığı mı vardı yüzlerinde?
Hâttâ “Tanzimat”, çürüyen ve yıkılmaya yüz tutan imparatorluğun Batı ilkeleriyle “yeniden yorumlanarak kurulması teşebbüsü” ise, üstyapısal ve biçimsel reformların tepeden inmeci bir marifetle dayatılmaları bakımından, bu ülkedeki “ilk Atatürk”ün Sultan Abdülmecit; “II. Meşrutiyet” olarak tanımladığımız sürecin de, “Cumhuriyet’in erken adımları” oldukları dahi söylenemez mi, meselâ?
Dalmaçya’lardan, doğu Avrupa içlerinden, Balkanlar’dan, Eflâk-Boğdan ve Kırım’dan, Kafkaslar’dan, Arabistan çöllerinden, Basra ve Suriye’den, mağripten maşrığa, yani Afrika’dan Hint’e kadar; koca 19. yüzyıl boyunca çekile çekile Anadolu’ya doluşmuş çileli ve mazlum bir halkı, umarsız ve bedbin miskinliklerde göstererek ve ancak bir vapura binip gelecek olan bir avuç Osmanlı zabitinin siyasal vesayetleriyle duyarlaşacaklarına kanaat getirerek aşağılamanın, ne farkı vardır, Nur Sertel, Süheyl Batum, ya da Onur Öymen gibilerinkinden?
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının sonradan gelip katılmaları, milli mücadeleye kuşkusuz ki güç katmıştır; ama hepsi o kadar. Çünkü sonrasında, ister tasfiye edilen silah arkadaşları dâhil her türlü muhalefet bakımından olsun, ister güçlendiğinde hacir altına alınması yeğlenen halk kitleleri bakımından olsun; adı Cumhuriyet de olsa, “demokrasi”ye doğru evrilebilecek yetenekleri beslemeyen bir dikta üslûbuyla, daha başından itibaren sistematik olarak yanlış bir yapı yaratıldığı, doksan senede de olsa, hiç değilse şimdilerde, nihayet anlaşılacaktır.
Küresel tarihin o konjonktürlerindeyken, ulus-devlet rüzgârlarının savurduğu imparatorluğun etinden kırk kere koparak, yeni devletlerin kurulduğu bir sırada; Hüseyin Avni Ulaşlarla simgelenen Anadolu inisiyatiflerine ve ulusal önderliğin girişimi ve etkisi dışında olarak kendiliğinden (spontane) oluşmuş bulunan “yerel kongre iktidarları”na, gelip katıldıktan kısa bir süre sonra punduna getirip, Hasolarla Memolar edebiyatı çerçevesinde, ittihatçılarca el konulmuştur.
Oysa Anadolu ve Trakya’daki bu sivil hareketler, 1918’den itibaren sürdürdükleri kararlılıklarla, bir çatı altında tertiplenecekleri federatif bir kültürü giderek geliştirirlerken, silahlı mücadeleyi göze almışlar; boyun eğmeyi ve teslimiyeti savunan İstanbul Hükümeti’ne karşın, ulusal bağımsızlığı öngörmüşlerdir.
Ki o kongrelerde billurlaşan sivil siyasal irade, askerî gücün sivil otoriteye kesin olarak tâbî ve bağımlı olmasına büyük önem vermiştir. Bunun en belirgin göstergesi, “silahlı güçlerin komutanlarının sivil kongre unsurları tarafından seçilmesi ve bu birlik komutanlarının sivil halktan olması” kuralının getirilmiş bulunmasıdır. Yâni, “başlarında eşraftan bir zât” olacaktır. Örneğin, ağustos 1919’daki Alaşehir Kongresi’nde, “Umumi Kumandanlığa” ordu mensubu olmayan birinin getirilmesine karar verilmiştir. “Ordu görevlisi subaylar en başa geçirilirlerse, halk istiklâlinin ordu dışı ve sivil toplumsal niteliğine ters düşüleceği” ileri sürülmüştür.
Nitekim, Salihli delegesi Zahid Molla, “Her kim ki kuvvet kuşanırsa, insanlık huyu gereği, bunu suiistimâl eyler. Şahıs devam etmez, usûl payidar kalır” diyecektir.
Yani şimdi.. daha sonraki yıllarda o Allah’ın cezası darbelerini yaparak, halkın ensesinde boza pişirecek olan militarist bir Kemalizm yerine, silahlı güçlerin kendiliğinden bağımsızlaşarak özerkleşmelerini engellemek yolunda çok bilinçli davranan bu unsurların, 90 sene önceki “demokrasi tasavvurları”nı dikkate almayıp, onlar için “yetersizlikleri nedeniyle Kemalist bir vesayete âdetâ müstahaktılar” demek, en hafif bir ifadeyle aymazlık olsa gerektir.
Monist ve kolektivist anlayış, bu ülkedeki herkesin kanına öylesine işlemiş ki, Kemalist olmadığını söyleyenler dahi, Mustafa Kemal Paşa’nın biricikliğini terk edememektedirler.
Yorum Yap