- 29.08.2011 00:00
Sayın Koşaner’in kendisinin de doğruladığı itirafları, eğer bu ülkedeki futbol meselelerinin gölgesinde kalabiliyorsa, o zaman yorgun dizlerimin bağı çözülür gibi oluyor ve kederleniyorum. Bu halk, önceliklerini hâlâ topta görüyor ve yer yerinden bunun için oynuyorsa, benim de milletin müstahak olduğu hayat tarzları konusundaki inançlarım ve heveslerim sarsılıyor. O top ki, apolitize olmuş taraftar karakalabalıklarını, bir mürit gibi peşi sıra koşturarak, devasa ölçülerde sömürmektedir. O top ki, İstanbul dukalıklarının ikinci veya üçüncü nesil prenslerince har vurup harman savrularak yönetilmektedir. Ve o top ki, medyatik ve tuzu kuru kentsoyluların, yığınları sağarak sağladıkları, kendilerine meşgale kapısı olan oyuncaklardır. Öte yandan bu durum, yaşamın gerçek yüzünü gizlemek üzere sürekli örtü arayan kesimler için de, bulunmaz bir nimettir. İşte o nedenle, meselelere radikal gözlüklerle bakmayan kurulu düzenin aktörleri, mayonezleri kesilmesin diye yağ ile yumurtayı nasıl dikkatli dikkatli çırparlarsa, top ile kitlelerin buluşmalarının da öyle olmasını isterler. Ne ki, “eski Türkiye”nin her alandaki ifratlara varan çürümüşlüğü, galiba bu sefer o topu da patlattı. Ama biz, gelin işlediğimiz konumuza geri dönelim şimdi: Geçen yazımda, demokrasilerdeki “sivil üstünlüğü” için önemli olan ilkenin, TSK’nın nereye bağlanacağı değil, nihai yüksek komutanlığın seçilmiş sivil siyasal organ tarafından bilfiil yürütülüp yürütülmediğidir, demiştim. Nitekim, bunun gerekliliğini, eski Genelkurmay Başkanı’nın itirafları da ortaya koyuyor ki; en uysallarından, en uyumlularından imiş gibi izlenimler vereninin bile ağzından dökülenler bunlar ise, varın gerisini siz getirin fecaatin.
Hastalıklı bir ruhun ifadesi sayılabilecek bu iflâh olmaz sözleri sarf edenlerden, söyler misiniz Allah aşkına, nasıl kurtulacağız biz? Aslına bakarsanız, bu işlere sıvanmış o meraklı generallerin önlerine birer dosya kâğıdı koyup da, “Bir ülkenin dirlik-düzenliğinin sosyal, siyasal ve ekonomik bakımlardan nasıl olması lâzım geldiğini yazın şuraya” deseniz, birkaç beylik lâfın dışında, inanın, çoğunun sayfanın sonunu dahi getiremediklerini görebilirsiniz. Bakmayın siz, üstünmüş izlenimleri veren, askerî akademik eğitim kurumlarındaki o pahalı ve parlak görünümlere. Evrensel uygarlıklar ve bilimsel değerler bakımından küresel literatürlerde esamisi bile okunmayan “Yerel Önderlik Kültü”ne dayalı ezberlerin hıfzedildiği o mabetlerde, buraları sadece BAAS’çı örneklere dönüştürmekten ve hepimize deli gömleği giydirmekten başkaca bir işlev üretilmemektedir. Nasıl ki lâisizm, beyinsel bir biadı engelleyerek, bireyi dogmatik düşüncelerden arındırmaktaysa; şimdi onları, kendilerine özgü ve zorunlu olarak edindikleri şartlanmış bilgileriyle, ne yana koyabileceğimizi çıkıp söyleyebilirler mi bize? Ancak merak etmeyin, meselâ Nutuk hemen herkese birer tane verilmiş, fakat çoğu kimse tarafından doğru dürüst okunmamıştır. Esasında pek çok şey palavra üzerine kuruludur. “Cumhuriyet’i korumak ve kollamak” adı altında yapılanlar, psikosomatik bir baskıcılığın tezahüründen başka bir şey değildirler. Bilginin yerine ucuzuna yöntemlerle duyguyu koymaları, militarizmlerini doktrinlere yaslamadan, bu ülkenin canına okumalarına yetmiştir. En büyük ayrıcalıklar ve inisiyatifler sadece generallerde iken, diğerleri neden kendilerini onlarla özdeşleştirmektedirler? Öyle ya; ordu olanaklarının kullanılması açısından, daha ziyade avuçlarını yalasalar da; ve hele onların omuzlarına binen şimdilerdeki atılı suçlara ne diye ortak olurlar ki? Daha öğrenciliklerindeyken, sinemaların dağılmaları esnasında; “her türlü kötülükleri yapmış da olsalar, filmlerdeki görkemli üniformaları içersinde, korku dolu hayranlıklarla izlediğiniz hani o güç simgesi Alman subaylar vardı ya, işte büyüyünce ben de onlar gibi olacağım” serzenişleriyle, biraz sonra o sivillerden daha o yaşlarda ayrışıp, duvarları soğuk ve daima kalın bir askerî okulun yolunu tutmadan önce, küçücük bedenleriyle kendi üniformalarından taşarak ve göz ucuyla sağı solu kollayarak, bu duyguyu telâfi edebilecekleri bir bakış yakalamak ve giderek bu hayallerle özdeşleşmek, o gün için ne idi ise, bugün için olan da aynı şeydir. O nedenle, şimdi artık siyasete çok iş düşmektedir. Örneğin, bundan sonra Başbakan, “Nihai Yüksek Komutan” olarak kışlalara girip çıkmalı, birlikleri denetlemeyi öğrenmeli, subay, astsubay, erbaş ve erlere eli değmeli, Kuvvet Komutanları’na da bizzat emirler yağdırmalıdır. Orduya komutanlık yapmaz da, eskinin sürmesine göz yumarsa; çok sevdiği Mehmet Akif’in, “Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor” diyen dizeleri aklına düştüğünde, vicdanı sızlar da, yüzünü sonra bir ateştir kaplar.
|
|
Diğer Namık Çınar Makaleleri: |
Yorum Yap