- 25.07.2014 00:00
Hiç tereyağından kıl çeker gibi olacağa benzemiyor, bu badireyi atlatmak.
“Cumhurbaşkanı”, daha doğrusu kendi ifadesiyle “Başkan”, korkarım Erdoğan olacak.
Nerden çıkarıyorsun derseniz; geçen salının Meclis grup toplantılarında, Erdoğan’ı dinleyenler kabına sığmazken, Kılıçdaroğlu’nunkiler gözkapaklarını zor tutuyordu.
Pes yahu! Hiç değilse onca uykucu adamı getirmeyin bari oraya.
Kaldı ki, Erdoğan’a oy verecek ahalinin coşkun sosyolojik sarhoşluğuyla baş etmek şöyle dursun; tüm toplumun üzerinden âdetâ silindir gibi geçecek zorunlu bir safhayı yaşamadan, sanırım hiçbir sorunun bir sonraki aşamasına geçilemeyecek.
Çünkü, yok demokrasiymiş, yok anayasal kurumlar ileriye değil de geriye doğru şekillenirse ülkenin geleceği karartılırmış; onların hiç böyle dertleri yok.
Birikmiş tarihsel eziklikleri serbest kalıp siyasetin üstüne boca olunca, gözlerini bürüyen kin ve intikamdan başka şey göremez olmuşlar.
İlkel ve kaba saba bir halk popülizmi, böyle anların en revaçta özelliğidir.
Ve tabii ki, anakronik bir tabakta sunulan “siyasal din” de öyledir.
Dinler, ta yazılı tarih öncesinden başlayarak, yeryüzünü “pazar için üretim”e göre yeniden biçimlendiren şu son beş yüzyılın “kapitalizm”ine gelene kadar, dünyanın egemen siyasal kurumlarıydılar.
Hukuk yaratmada bir meşruiyet kaynağı olan dinler ile insanlığın köklü değişim aşamaları arasında doğrudan bağlar vardır.
Örneğin “Yontma ve Cilalı Taş Devirleri” olarak da bildiğimiz, “Avcı, Toplayıcı Göçebe” yaşam tarzı süreçlerinden “Yerleşik Tarım Toplumu” süreçlerine geçişte yaşanan ve depolanabilir “artık ürün” ile “toprak mülkiyeti” yüzünden ortaya çıkan yeni sorunları karşılamak üzere, farklı hukuk düzenleri gerekiyordu.
Çok senyörlü egemenliklerle uyumlu “çok tanrıcılık”tan, tek senyörlü egemenliklerin “tek tanrıcılığı”na doğru bir seyir izlenmişti.
Putperestliği reddeden tek tanrılı İbrahimî dinlerin aynı zamanda toplumların siyasi liderleri de olan peygamberleri, çobanlıktan tacirliğe doğru evrilerek ekonomik yapıdaki değişim trendlerine de işaret ediyorlardı.
Meseleyi İslâmiyet özelinde ele alırsak, İS 5. yy’da başlayıp kapitalizmin tohumlarının atıldığı 16. yy’a kadar bin sene süren “Tahıl Devrimi”nin hukuki ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır.
Nitekim, tek hukuk kaynağı Allah’ın vahyi olan “Kur’an”dı.
Kur’an hükümlerine olaylar karşısında açıklık getiren de Peygamber’in “Sünnet”iydi.
İslâm hukukunun Peygamber öldükten sonraki gelişimini sürdürenler ise, başta dört halife olmak üzere Hz. Muhammed’in yanında yöresinde bulunmuş, ondan feyiz almış “Sahabeler” olmuştur.
Bundan sonra, aynı zamanda farklı yorumları yüzünden çeşitli mezhepleri de kurmuş bulunan ilim irfan sahibi “müçtehit imamlar” geliyordu.
Ancak, aşağı yukarı 10. yy itibariyle tüm bu “içtihat kapıları” kapanacak, artık Kur’an’dan hüküm üretme devri sona erecektir.
Bu durumda, İslâm âlemi için geçerliliği sonsuza kadar sürecek tek seçenek kalmıştır: Tamamen dogmalaşmış Allah’ın Kur’an hükümleri, peygamberin sünneti, sahabe ve mezhep imamlarının içtihatları bütününden, toplumun ihtiyacı olan hukuki çözümleri sadece ve sadece kıyas yoluyla “taklit”ederek karşılamak.
Oysa yeryüzünde 16. yy’dan itibaren yeni bir değişimin gerekliliği hâsıl olmuş; buna bağlı olarak dinsel değerler, “aklın” öne geçtiği bir “aydınlanma” ile siyaseti yönetmedeki önemlerini kaybederek, insan ruhunu besleyen sufi felsefenin zengin alanına intisap etmişlerdir.
Ortadoğu’nun Kemalist veya BAAS’çı tepeden inmecilikleriyle baskılanmış kitle kültürleri, takati kesilen otoriter rejimlerin sert yayından kurtulunca, nasıl ki umur için tarihin derinliklerine yeniden başvuracakları kaçınılmazdı ise; bunun sonunu hüsranla kapatacak olmaları da kaçınılmazdır.
Ama ne yapalım ki, bu bedelden kaçış yok galiba!
twitter@cinarnamik
Yorum Yap