- 4.07.2011 00:00
Askerî okullardaki çocukluk arkadaşlarımdan olup da, yitirdiğim ikinci yazardır, benim, Hulki Aktunç. İlkini, Behçet Safa Aysan’ı, on sekiz sene önce Sivas‘ta, Madımak‘ta yakmışlardı. Dün yıldönümüydü, onun da.
1964 yılında, Selimiye Askerî Ortaokulu’ndan Erzincan Askerî Lisesi’ne, iki gece- bir gündüz süren tren yolculuğuyla sevk edilmiştik. Demir tekerleklerin, rayların ek yerlerine rastladıkça çıkardıkları düzenli sesler, her geçen saniye içimizde büyüyen gurbet türküsüne, âdeta ritim tutan bir metronom gibiydi.
Yapısal ve kalıtımsal olduğu kadar, sanırım biraz da iyi bakılmadığımız için, çiroz gibi büyütüldüğümüz yıllardı. “Levazım’ın kazan hesapları” falan vardır elbet de. Ama ne olursa olsun, o yılların yatılı okul çocukları birazcık kavruktular.
Sabah-akşam yarımşar, öğleyin de bir olmak üzere, günde iki adet tayın. Kişi başı şu kadar gram margarin, şu kadar gram salça, et, fasulye ya da nohut, su ve tuz... Mozaik betonlu zeminleri, hortumlarla yıkana yıkana kurumaya bir türlü fırsat bulamadığı kocaman ve loş mutfakların, her bir yanında kaynayan devasa kazanlardaki “âdem baba”lı pilâkiler, çamur gibi pırasa yemekleri, şerbetini tam emmemiş yassı ekmekkadayıfları ve üzerlerini ağır bakır kepçelerin sırtlarıyla vura vura kırarak üleşeceğimiz, seferî bakraçlardaki donmuş yoğurtlar...
Hulki’nin yazdıklarını anlatmak yerine, onu büyüten koşulları sıralamak, sanki ne demeye çalışacağının ipuçlarını vermek gibi geliyor bana, doğrusu. O yüzden, sözcüklere gizemler yükleyerek ve hayallerle gerçekler arasında uçuşup duran cümleler kurarak yazdığı yapıtlarının, hangi toprakların alüvyonlarıyla beslendiğini, mürekkebini hangi rüzgârlarda kuruttuğunu size göstermek, daha yarayışlıdır kanımca.
O benden bir yıl önce gelmişti, Erzincan’a. Beni karşılarken, elinin altında Alfred Jarry‘nin Kral Übü‘sü vardı. Bir de, Wolfgang Borchert‘in Kapıların Dışında‘sı ile Fener, Gece ve Yıldızlar‘ı.
Sadece bunlar mı?
İlk çarşı izninde hemen bana da aldırdığı, Arthur Schnitzler‘den Yeşil Papağan, William Saroyan‘dan İstiridye ile İnci, Tankred Dorst‘tan Dönemeç gibi kısa oyunlar da.
O sıralarda, Türkiye’de yeni yeni popülerleşen şarkıların“gitar”la çalınanlarına, askerî öğrencilerin İstanbul’dakileri eğilimlilerken, Erzincan’dakilerin kulakları, daha çok“bağlama”lardan çıkan melodilere yatkın görünüyordu.
Hulki’yse Shirley Bassey‘den I Who Have Nothing‘i dinlemekteydi.
Bir konuyu anlatmaya kalkışacağı zaman, sanki ünlü bir tirada geçecekmiş edasıyla ve kimseye de fırsat vermeye niyeti yokmuşçasına, gırtlağındaki “âdemelması”nı bir aşağı bir yukarı oynata oynata,“Bak şimdi, oğlum! Bu, işin esası...“ filan diyerek, lâfın tıpasını açardı.
Cepteki paranın durumuna göre, bazen“Üçüncü”, bazen“İkinci”, yahut en iyi ihtimalle “Bafra” sigarası aldığımız, okulun hemen arkasındaki“Kurutelek Köyü”nün bakkalına gitmek; okul yönetiminden korkmaktan çok, kerpiçten evlerin ötesine berisine öbek öbek yığılmış ve daha tel örgüleri geçer geçmez, insanın burnundaki direği kırmaya kararlı, ağır küspe kokularından çekinmek yüzündendi asıl.
Ama biz giderdik. Hulki de, ben de, on bir yaşlarımızdan beridir birer boklu tiryaki olduğumuz için (bu sırada on beş yaşlarındaydık) kokulara mokulara kulak asmadan gider, sigaralarımızı alır, jiletle ikiye bölüp, kırkar tane haline getirerek; upuzun “Sivas Hatırası” ağızlıklarla tüttürmek suretiyle kotik kalmayacak şekilde, en rantabl (!) değerlendirmelerin yollarını bulurduk.
Pazar günleri çarşı izninde, ilkin “İnce Biraderler Pastanesi”nde tereyağı, gül reçeli, rafadan yumurta ve porselen fincanlarda içtiğimiz çaylarla kahvaltılar yapar, sonra da, örneğin“Yenişehir” ya da “Ferah” sinemasında Halit Refiğ‘in, Visconti‘nin Rocco ve Kardeşleri‘nden bolca esintiler taşıyan, Gurbet Kuşları filmini seyretmeye giderdik.
Hulki okuldayken, sürekli okur, edebiyatla ve kendisini keşfetmekle meşgul olurdu.Yıllarca sektirmeden tuttuğu “günlükler”inin defter kenarlarına, tıpkı o yılların“Varlık Dergileri“ndeki gibi, çini mürekkebiyle soyut desenler çizerdi. O yüzden parmakları ve avuç içleri hep biraz boyalı gezinmiştir.
Erzincan, hele o yıllarda, bir “Kadıköyoğlu” na verebileceği hiçbir aktivitesi olmayan, “Munzurlar”la “Keşişler” arasına sıkışmış; avurduna değil de, dilinin altına yerleştireceğin bir topak şekerle, eritmeden “kıtlama çay içebilme”yi neredeyse bir yılda öğrenebileceğin, küçük ve yoksul bir kentti.
Şu uzun gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam diye ağıt yakar gibi çığrılan türküler dinlenirdi.
Aylar boyunca süren kar örtüsü, “İvan Denisoviç’in yaşamındaki bir günü” ya da “Pasternak’vari Jivago imgeleri”ni çağrıştırırdı.
Hulki üç koca yıl, gene de iyi dayanmıştır. Ama okulun ve mesleğin düşünsel cenderesine daha fazla katlanamayıp, kaçmıştır sonunda.
Bu,“bi damlacık” bir anma yazısıdır. Yoksa, yazacaklar biter mi hiç... bitmez. Sanırım, yazacakları bitmiş olan bir yazar da yoktur, yeryüzünde. Onunkiler de bitmemişti.
Ne ki, Hulki Aktunç artık yazmayacak.
Burada şanssız olan, belli ki bizleriz. Bize bıraktıklarının, o yüzden, değerini iyi bilmeliyiz.
Bir yazar ölünce, ilkin kitaplar öksüz kalır.
Sonra-sonra da, giderek insanlar ve toplumlar...
Yorum Yap