- 18.10.2013 00:00
Doksan yıllık askerî bir cumhuriyet olan Türkiye’nin, nihayet AKP sayesinde demokratikleşme yönünde bir değişim geçirdiğine inananlar var.
Ne çok isterdim böyle olmasını; lâkin doğru değil bu.
Rejim muhafızlığı açısından, eski muktedirlerin temsilcisi özerk “ordu”nun AKP kontrolündeki “polis”le yer değiştirmesi, onların siyasasını demokratik kılmaya yetmediği gibi; uygarlığın epeyi önce terk ettiği din mezhep ırk gibi değerlerle inşasına çalışılan ve giderek teokrasiyle beslenen şimdiki düzenin de, eski sistemin yeni sürdürümcüsü Erdoğanizm’i, her geçen gün anakronizmin batağına biraz daha ittiği görülüyor.
Kaldı ki, sorunun temelinde tarihten gelen yapısal etmenler de var.
Bugünkü “Modern Dünya Sistemi”nin beş yüz sene evvel temelleri atılırken, Batı Avrupa’nın şimdiki kapitalistik düzeye erişmesi için dünya, petrol çağına gelene kadar Ortadoğu’nun üzerinden atlanarak sömürgeleştirilmişti.
Polonya ve Macaristan ovalarını, Bohemya Transilvanya ve Kırım düzlüklerini, Adriyatik’tenTrakya’ya tüm Balkan ve Bulgar otlaklarını kapsayan Orta ve Doğu Avrupa ise, harıl harıl küresel kapitalizmle meşgul olan Batı’yı beslemek üzere, tarımda ve hammadde kaynaklarında onun periferisi hâline geliyor; böylelikle de işbölümü ve uzmanlaşmada yeni bir “serfleşme” sürecine giriyordu.
Ortaya çıkan bu köylü angaryası, sığırtmaçlığını “ürün fazlası”na el koyan yerel derebeylerin yaptığı, en tepeye de baş çoban olarak Osmanlı’nın kurulduğu bir saadet zinciriyle yürütülmekteydi.
O yüzden, Ortodoksî Hrıstiyan olsalar da, çoğu zaman Müslümanlarla benzeştikleri için onlar da kapitalizme açılacak eşiklerin değil, vergici ve talancı bir fiskalizmin kolektivist dünyasına dâhil edilmişlerdir.
Ve yine aynı nedenlerle, tıpkı Müslümanlar gibi onlar da liberal hak ve özgürlükleri toplumsal yaşamın hiçbir safhasında üretememişlerdir.
Bundan dolayıdır ki, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” hattı olarak ortaya koyduğu “Venedik- Viyana- Hamburg” çizgisinin batısına, Osmanlı’nın (ve Rusya’nın) vasalı kaldıkları sürece geçemeyecekler; kısmen Fransız Devrimiyle başlayan Ulus-Devletler Çağında Osmanlı’dan, kısmen de Soğuk Savaş’ın bitiminde Rusya’dan çözülerek, Batı ile entegrasyona anca değer görüleceklerdir.
Köylülük, o serflik dönemlerinde her yerde bir zorunluluktur. Toprağa bağlılık âdetâ bir esaret, bir mahkûmiyet hâlini almıştır.
Tüm coğrafyanın motoru da, hiç bitmeyen şiddettir. Şiddet her şeyin sosudur. Girip çıkmadığı hiçbir yer yok gibidir.
Tapınırken de, kız alıp verirken de, sıra dışı davranıp tarımı boşlayarak üstüne vazife olmayan ticarete geçmeye kalkarken de.
Örneğin, ne demektir sınır ticareti mahiyetindeki “kaçakçılık”?
“Ticaret ve ihracat senin işin değil” demektir.
“Jandarma ve mayın” demektir.
Dünyanın düzeni sana göre kurulmamış; “köylüsün sen, köylü kal” demektir.
Şimdiki toplumların çağdaşlaşma karşısındaki dirençleri ile, üç beş asır önce yahut ezelden beridir başlarına gelmiş olan sömürüye dayalı köylülükleri arasında doğru orantılı bir illiyet bağı vardır.
Polonyalıları veya Çekleri ya da Bulgar ve Romenleri, Anadolu’dan yahut daha güneydeki çöl insanlarından nispi olarak farklılaştıran bir faktör de budur.
Köyün her toplumsal dönemde sorun olmasının temel nedeni ise, köylünün “artık ürün”üne her zaman ve her yerde daima el konması olmuştur.
Köyü kökünden iptal etmeyip, “köye dönüş projesi”lerine yeniden kaldığı yerden can verenler; köy isimlerini değiştirseler de, okullara ders diye Kemalizm yerine “Peygamberin Hayatı”nı koysalar da, asla reform yapmış sayılmazlar!
cinarnamik@hotmail.com
twitter@cinarnamik
Yorum Yap