- 31.12.2012 00:00
Ne zaman eğlence içeren bir yıldönümü gelse, mahzunlaşırım ben. Vuruk tutuk olur, koşullanılmış bir neşelenmeye bir türlü ayak uyduramam. Bayramlar seyranlar, yeni yıl ritüelleri hep böyledir benim için.
Çocukluğumun yılbaşları, uzun seneler ana-baba bildiğim babaannem ve büyükbabamla birlikte, yalın ve hüzünlü bir havada geçerdi.
Böreği kıyısından sevip de, bayramdan bayrama yenen baklavaya gelince ortasından istemek şımarıklıklarını yaşayamayacağımız bir kültüründen geliyorduk.
Tekirdağ’da, iki katlı ahşap sefil bir viraneliğin peçka kurulu küçücük odasına sığışıp da, geceyi,“hepsini al”ların daha ziyade bana geldiği fırdöndülerle, ya da çinkolarını önce benim yaptığım düzmece tombalalarla bezemeye çalışmak; zorlama bir eğlence biçimine, hattâ yaşamım boyunca“zorlama” denen şeyin doğrudan doğruya kendisine duyacağım bir tepkinin belki de ilk mayasıydı.
Ama ne olursa olsun, çocukluk daima güzeldir. Gün gelip onu kederli kılacak olan, bizim daha sonraki erişkinlik algılarımızdır.
Sadece benim değil, sanki kendisinin bile olur olmaz erişemeyeceği bir yüksekliğe koymuş olduğu kocaman radyoya, ancak sandalye tepesine çıkarsa yetişebilen büyükbabam, Celâl Şahin’in akordeonuna rast geldi mi aradığı istasyona kavuşmuş gibi sevinirdi.
Yurttan sesler... Halide Pişkin... İsmail Dümbüllü... hepsinden asri Orhan Boran...
Ama ben çoğu zaman dayanamayıp Zeki Müren’e yetişemeden, sobaya yakın bir şilteye kıvrılarak kedimle sarmaş dolaş çoktan uykuya dalıp gitmiş olurdum.
Mizansenle de olsa kazanıp tespih taneleri gibi ipe dizdiğim delikli paraları, sıkı sıkıya kavradığım avucumdan bırakmaz; muhallebici Arnavut Faik’in kışları da sektirmediği kaymak ve limondan ibaret iki çeşit dondurması, babaannemden gizli düşlerimi süslerdi.
Gündüz olur; dünyanın dışındaymış gibi içine kapanarak yaşayan kentlere özgü bir telâşsızlığa, âdetâ ivme katmak ister gibi her yana koşuşturarak kaçınırdım.
Giydiklerim hem ısınmama yetmediği hem de galeta kadar cılız olduğum için iliklerime kadar büzüşüp titreyerek, lâpa lâpa kar altında çarşı fırınındaki ekmek kuyruğuna girerdim.
Cadde boyunca karşıdan karşıya gerilmiş kablolara dizili çıplak ampullerin en hafif esintide bile oynaşıveren gölgeli ışıkları, akşam ezanıyla inen karanlığı delerdi.
Sıranın bir an önce bana gelmesini istemek, ekmek için değil de, ucu dışarıya taşan fırıncı küreğinin ileri geri hareketlerinin bana değememesini, kuyruğuyla oynaşan bir kedi yavrusu gibi eğlenceye çevirmek içindi.
Sütten kesilir kesilmez gittiğim Selimiye’deki askeri ortaokulun taş duvarları ve soğuk avluları ise, yeni gelen yıllara geçit vermeyecek kadar kalın görünürdü. Zamanın akışı o denli bir buzulunki gibiydi ki, içindeyken nasıl büyüdüğümüzü dahi anlayamazdık.
Erzincan Askerî Lisesi’ndeyken, Keşişler’i Munzurlar’ı ve taa Kemah Geçidi’ne kadar tüm ovayı bembeyaz bir tül kaplar; ancak gökyüzü pırıl pırılken güneş açtığında görebileceğin buzdan kristaller, ağır çekim bir film hissi veren zerrecikler hâlinde, senfonik bir şiir gibi ince ince uçuşarak, gelir senin ruhuna yağardı.
Yoksul ve yoksun çocuk kalplerinin, gurbet türküleriyle erkenden dağlandığı ve yemekhanelerden aşırılmış tayınların “Şakir Zümre” sobalarda kızartılarak, ancak üç-beş kişinin varını yoğunu biraraya getirerek alabildikleri bir paket Sana yağı ile tatlandırılan yılbaşlarıydı o günler.
Daha sonrasının Kuleli’si ve diğer askerî okulları ve hatta subaylığın ilk yıllarındaki kışla hayatları bile, bayramlar ve yılbaşları bakımından pek farklı geçmeyen yavanlıktaydı, bizim nesiller için.
Ne ki sonra ne olacaksa olacak, genel olarak konformist yaş ve olanaklara kavuştuklarında ama asıl aralarından kurmaylar ve giderek generaller çıktığında, bu mazlum halk çocukları, kopup geldikleri o yerleri ve o günleri unutarak, hiç değilse bazıları bakımından gerçekleşen bir zalimleşmeyle, sözüm ona soyut bir devlet sevgisi adı altında, toplumun ensesinde boza pişireceklerdir.
Belki de bütün bu süreçleri yaşayıp görmüş olmaktır beni hüzünlendiren. Başıma gelen, aslında sevgiyle okşamaya gayret ettiğim anılarımın, yaşamımın ileriki noktalarında debisi bozuk kahırlı bir nehrin girdaplarına kapılarak kara bir mağaraya dökülmesine tahammül edememektir belki de.
Allah iyiliğinizi versin, beni dertlendirdiniz.
Hadi iyi seneler hepinize...
cinarnamik@hotmail.com
Yorum Yap