Menemen'li Roman hemşerilerim

  • 3.08.2014 00:00

 eyy güzeller güzeli

eyy melekler meleği

söyle bana kimsin sen

 

bir gülüşün var bu bana yeter

bir bakışın var dünyaya bedel

ey güzeller güzeli

ey melekler meleği

söyle bana kimsin sen

 

kaşına gözüne vuruldum onun

boyuna posuna hastayım onun

eyy güzeller güzeli

eyy çapkınlar çapkını

söyle bana kimsin sen

 

tepeciklimi kuruçaylımı kasımpaşalımı menemenlimi

tepeciklimi kuruçaylımı murta kerimi bursalımı

eyy güzeller güzeli

eyy melekler meleği

söyle bana kimsin sen

 
 Menemen’de bildiğim kadarı ile üç tane Romanların birlikte yaşadığı yer var.

Kazımpaşa Mahallesinin Hıdırlık Tepeye dayanan yukarı kısımları, Ahıdır Mahallesinin bir bölümü, Bir de Mavraki Fırının alt kısımları.

Menemen’in zenginliklerinden biridir. Benim de çocukluktan delikanlılığa kadar yaşamımın bir parçası oldular.

Ben Menemen de Atatürk İlkokulunda okudum. Roman arkadaşlarım vardı sınıfta. Nevzat’la Nurettin iki amca çocuğu… Onlarla oynaya dövüşe bitirdim İlkokulu. Sonra güzeller güzeli Nefise ve ismini hatırlayamadığım daha birçokları…

Hemen hepsi İlkokulu bitirmekle yetindiler. Ortaokula başladığımda onlar yoktu. Ama mahallemizin hemen yukarısındaki Roman Mahallesinde oturuyorlardı. Oyun çağım bitinceye kadar birlikte oynadık. Bazen aynı tarafta bazen karşı taraflarda maç yaptık, dövüştük. Ama hep dost olduk hep arkadaştık.

Sonradan çok üzülerek satmak zorunda kaldığımız bir bağımız vardı. Her sene bir iki gün süren üzüm kesme işleri olurdu. (Bağ bozumunun Menemen’deki adı üzüm kesmekti). Çoğunlukla romanlardan oluşan on, onbeş kişilik bir ekip, yevmiye ile bağımıza gelir, hep birlikte üzüm keserdik.  Ta ki bağımızı satmak zorunda kalıncaya kadar yıllarca sürdü. Çocukken büyükler üzüm keser, kelter taşır, bandırır ya da sererken biz roman çocukları ile oyun oynardık. Bu durum delikanlılık yıllarımızda “kelter çekme” yarışına dönüşmüştü. “Kelter” ya da “keleter” kesilen üzümlerin taşındığı kesik kargılardan yapılmış küfelere denirdi ve bu kelterleri, üzümlerin ilaçlı suya bandırılıp serildiği sergi yerine taşıma işlemine de “kelter çekmek” denirdi. Yeni yetme delikanlılık çağlarımızda biz güçlü kuvvetli roman delikanlıları ile “kim daha çok kelter taşıyacak” diye yarışırdık.  Doğal olarak hayatın ağır baskısını bizden daha katmerli göğüsleyen Roman delikanlıları kazanırdı.

Lise yıllarında tanıdığımız bir üzüm tüccarının yanında çalışırdım. Katiplik denirdi bu işe. Çevre köylerden ya da Menemen bağlarından at arabaları, develer veya traktörlerle gelen çuvallanmış kuru üzümler, tüccara üzümünü satan köylüler ya da Menemenli bağcıların da nezaretinde omuz kantarlarında tartılır, bizim gibi katipler de kilolarını alt alta yazarak toplardı.

İşte o her biri 110-130 kilo gelen üzüm çuvallarını arabalardan indiren, kantarda tartılması için kalasla omuzlayıp kaldıran, onların altına tek başına yatıp sırtlayarak tüccarın mağazasında istifleyenler de çoğu kez Romanlar olurdu. Çok zorlu bir işti. Nice yağız roman delikanlısını o ağır çuvalların altında disk kaymasıyla sonuçlanan kazalar geçirmişti. Ömürleri boyunca bel ağrısı çekip sakata düştüklerini biliyorum.  Hele yerel tüccarda biriken üzüm çuvallarının İzmir’deki büyük tüccarlara gönderilmek üzere kamyona yüklenmesi vardı ki resmen bir tehlike ve dehşet gösterisiydi.  Yaklaşık 30-40 cm genişliğindeki kalasların üzerinde ortalama 120 kiloluk üzüm çuvalları kamyonlara yüklenirdi. Kamyondaki yük yükseldikçe tehlike büyürdü.

Katiplerin becerisi ve az hata yapması bu işlemlerin tekrarlanmadan bir defada yapılmasını sağlardı. Hesabım kuvvetli olmasına rağmen yazım çok kötüydü. Ve ben Roman dostlarıma fazladan iş çıkmasın diye olabildiğince dikkatli ve güzel yazmaya çalışırdım rakamları.

Evet, onlar benim Roman dostlarımdı. Çocukluğumdan beri süren, kendiliğinden, olanca doğallığı ile süren bir dostluktu bu. Tüccarlık jargonunda aradaki yaş durumuna bakılmaksızın katiplere “abi”, “katip efendi” ya da “bey” denilse de bana “Nadi” diye seslenirlerdi. Zira onlar da beni dostları olarak görüyorlardı. Bu bana gurur verirdi. Gurur verirdi; çünkü öyle herkesi dost olarak görmezlerdi.

Ne yazık ki Dünyanın her yerinde maruz kaldıkları dışlanma, hor görülme gibi davranışlarla Menemen’de de karşılaşıyorlardı. Belki pek belli etmiyorlardı ya da bana öyle geliyordu ama kendilerini hor gören, küçümser tarzda konuşanları onlar da hor görürlerdi. Sanki pohpohlar, yalakalık yapar gibi konuşmalarının, “abem”, “beyim” gibi lafların arkasındaki alayı ben sezerdim. Bana sadece “Nadi” demelerinin bana değer verdikleri için olduğunu düşünürdüm.

Romanlar… Benim neşeli, sağlam karakterli dostlarım.

Menemenin aydınlık yüzlü esmer hemşerileri...

Aradan çok zaman geçti. Sizlerle ilgili anılarım artık hafızamdan yavaş yavaş silinecek diye korkuyorum.

İşte 1944 yılı 2 Ağustos’ta, binlerce Çingene’nin Auschwitz-Birkenau’daki "Çingene Kampı" (Gypsy Camp) olarak adlandırılan bölüme gaz verilerek yok edilmesinin yıl dönümünde bu anılarımı yazmak istedim.

 

Nefise…

Atatürk İlkokulu Menemen’in Askeriyenin sınırlarına dayandığı en uçlarında bir yerde Değirmen Dağ eteklerinde bir okuldu. Hıdırlık Tepe eteklerindeki Roman mahallesine de yakın olduğundan birçok Roman öğrencisi vardı. Benim sınıfımda da 4-5 tane olduğunu hatırlıyordum. Bunlardan Nevzat ve Nurettin iki amcaoğlu ve bir de Nefise ismini hatırladıklarımdı. Nevzat ve Nurettin’den sonra bahsedeceğim. Şimdi Nefise’yi anlatmak istiyorum.

O zamanlar farkında mıydım bilmiyorum ama sonradan Menemen’de bulunduğum süre içinde gördüğüm kadarı ile tanıdığım, hatırladığım en güzel kızlardan biriydi. İncecik vücudu, selvi gibi boyu, açık renkli teni, renkli gözleri ve sarıya çalan dalgalı saçları ile Filiz Akın’a benziyordu. Bence daha da güzeldi. Galiba ikinci ya da üçüncü sınıfta birlikte okumaya başladık. Benden bir iki yaş büyüktü sanırım. Sene kaybetmiş ( o zamanlar ilkokulda sınıfta kalmak vardı) böylece aynı sınıfta okumuştuk.

Ne okulumuz ne de sınıfımız çok iddialı değildi. Genelde mütevazi ailelerin çocuklarının okuduğu bu sınıfta diğerlerine göre biraz daha şanslıydım. Sınıf birincisi diye bir şey vardı ya, her nasılsa o ben olmuştum. Hatırladığım kadarıyla da eğitimini üniversiteye kadar devam ettiren de ben ve bir iki arkadaş olmuştu.

Diğer birçok arkadaşlarım gibi roman arkadaşlarımın hepsi eğitimlerini ilkokulla sonlandırdılar. Zaman zaman karşılaştığımızda biraz da imrenerek, ama daha çok da bir başarı hikayesi duymak arzusuyla okul durumumu sorarlardı. En çok da evimizden dayımlara giden yolda sık sık karşılaştığım Nefise sorardı. Çok başarılı olduğumdan emin olarak derslerimi sorduğunda adeta kendimi başarıya zorunlu hissederdim.

Oysa o mütevazi sınıfta birazcık zeka ile fazla çalışma alışkanlığı olmayan bir çocuk olarak sınıf birincisi olmak çok zor olmamıştı. Ama ortaokul ve lise yıllarım daima haylaz ve fazla çalışmadan idare edebilen bir öğrenci olarak popüler olmanın dışında hiç de parlak değildi. Özellikle ara karnelerim (o zamanki deyimle) kırıklarla doluydu. Ben annemden, babamdan duymadığım hicabı, her karşılaşmamızda okul durumumu soran roman arkadaşlarımdan, özellikle de Nefise’den duyar, o utançla karnemdeki zayıflardan söz etmezdim.

Üniversite sınavlarında haylaz ve çok doğal olarak vasat, üstelik dershaneye de gitmeyen bir öğrenci olarak Menemen Lisesi 1976 yılı mezunları içinde 4. olmam epeyi sansasyon yaratmıştı.

O zaman için epey yüksek, İTÜ Elektronik Mühendisliğine kayıt yapmaya yetecek bir puan getirmeme karşın mezun olamadığım için merkezi yerleştirmeye girememiş, sonradan ön kayıtla E.Ü. Jeoloji Mühendisliğine kayıt olmuştum.

O günlerde bu maceralı üniversite kayıt hikayesini Nefise’de bir şekilde duymuş. Yine bir karşılaşmamızda, hafifçe dirseğime yumruk vurarak, neşeyle şakıyan bir sesle “Müyendiz okulunu kazanmışsın ha?” dedi. Ben ilk defa yalan söylemek zorunda kalmadan, büyük iç rahatlığı ile gülümseyerek “evet”  dedim. “Aferin. Hadi bakayım göreyim seni” dedi. Hayatımda en haz duyduğum “aferin”di…

Üniversite yıllarım boyunca Menemen’de olamadım. Hararetli, kavgalı gürültülü yıllardı. Nefise ile uzun süre karşılaşmadık. Sadece bir keresinde ablamla yine dayımlara giderken karşıdan geldiğini görünce ablama “bak bu benim İlkokul arkadaşım Nefise” dedim. Ablam da “ne güzel bir kızmış” dedi. Nefise bu sözleri duymuş olsa gerek, utancından benimle konuşmadan başı önünde gülümseyerek geçip gitmişti.

1982-83 yıllarıydı sanırım. 12 Eylül faşist darbesinin baskısını tüm ağırlığı ile hissettiğimiz yıllardı. Aranıyordum. Eve hemen hemen hiç uğrayamıyordum. Tehlikeliydi. Ama yine de annemi iyi olduğum konusunda ikna edebilmek için ya da kalacak yer bulamayıp zorunlu olarak binbir tedbirle eve uğradığım oluyordu. Sokağımızın köşesindeki bakkala polislerin uğrayıp beni sorduğunu duymuştum. Bizim evi gözetleyip duruyormuş. O kapatıp gittikten sonra, karanlıkta eve gelip bir gece kalarak, ertesi akşam yine o kapattıktan sonra evden çıkıp tekrar İzmir’e dönüyordum.

Yine böyle bir akşam, alaca karanlıkta, yine aynı dayımlara giden yolda yürüyordum. Ama bu defa dayımlara gitmiyordum. Ara yollardan gidip o zamanlar Menemen’in dışında sayılabilecek “Son Direk” durağından İzmir’e giden arabalara binmeye çalışacaktım. Başım önümde acele acele yürürken birden sesini duydum. Aynı neşeli ve şakrak sesiyle “Nadi!?.” Dedi. Başımı kaldırdım. Hala güzeldi. Ama oldukça yıpranmış olduğu da alaca karanlığında bile belli oluyordu. Her zaman hatırladığım gibi şık değildi. Bir şalvar giymişti. Elinde yanan bir sigara vardı. Bakışları ve neşesi hiç değişmemişti. Yine o gülen ve beklenti içersindeki meraklı gözlerle “Müyendiz oldun mu?” diye sordu. Bir an durakladım. Üniversite öğrencisi olmaktan çok, bambaşka kaygılar ve uğraşlarla geçen altı yedi yıl sonrasında bırak “müyendiz” olmayı, okuldan atılmıştım. Aranıyordum. Yakalandığımda muhtemelen işkence görecek ve hapis yatacaktım. (Nitekim tüm bunlar sonradan gerçekleşti) Yani ortada hiç de bir başarı hikayesi yoktu. Onca yıpranmışlığına karşın, hala güzel ve meraklı bir umutla bana bakan yüzüne baktım. 12 Eylül Darbesini, kavgamı ideolojimi falan anlatmayı düşündüm. Duraksayınca gözleri bulutlandı. Sonra aniden vazgeçtim. Zorlukla gülümsemeye çalıştım. Bu defa her zamankinden daha fazla utanarak yalan söyledim. “Oldum” dedim. Birden gözlerindeki bulutlanma dağıldı. Eski neşeli güler halini aldı. Yine yumruğuyla hafifçe dirseğime vurdu. “Aferin ulan sana” dedi.

Hayatımdaki en önemli iki “aferin” de Nefise’den gelmişti.

Biri en haz duyduğum, diğeri ise taşımakta en zorlandığım, bugün bile ağırlığını hissettiğim, o hak etmediğim aferindi.

 

Nadi’nin çayı içilir…

Kaçaklığımın bir kısmını Karşıyaka Alaybey’de bir pasajın altında ki kahvehane müdavimi olarak geçirmiştim. Dama meraklılarının takıldığı bir mekandı. Ben de severdim dama oynamayı. Dolayısıyla vaktini sürekli kahvede geçiren biri olarak dikkat de çekmiyordum. Bu arada Karşıyaka’nın hatta İzmir’in ustalarını izleme ve oynama imkanı beni de ustalaştırmıştı. Kaçaklığım bir arkadaşımın evinde son bularak Birinci (Siyasi) Şubeye düşünce o zamanlar her solcunun başına gelen, genelde bir ay süren geleneksel dayağımızı yiyip, dışarıdan mahkeme edilmek üzere salıverildim. İşte o; bir, bir buçuk yıl süren mahkeme dönemi benim dama oynamaya en fazla vakit ayırdığım dönemdi. Okuldan atılmıştım. Örgütsel boşluk da yaşanan “Araf” dönemiydi.  Menemen’in “Dışarıda kurs görmüş” sayılı damacılarındandım artık. Menemen’in çeşitli dama kahvelerinde oynuyordum ve oyunum da seyredilir olmuştu. Seyircilerim arasında tüccarın yanında çalıştığım sıralarda hamallık yapan Roman dostlarım da vardı.

Dama oyunu –en azından o zamanlar- diğer kahve oyunlarından farklıdır. Asıl amaç karşı tarafa çay, kahve ısmarlatmaktan çok kazanmak, hatta daha da önemlisi güzel oynamaktır.  O yüzden; diğerlerinin aksine iyi bir oyundan sonra kazanan oyuncu büyük bir keyifle çayları ısmarlardı. Elbette seyredenlere de ısmarlanırdı. “Çay getir” dendiğinde kahveci adet sormadan seyreden birkaç kişiyi de hesap ederek çay getirirdi. Ne yazık ki seyircilerin arasında Romanlar varsa “arkadaşlara da içerlerse(!) getir” diye özellikle uyarılmazsa onlara getirmezdi.

Benim bir zamanlar ortak mesaimizin olduğu bu onurlu Roman dostlarım bunun ayrımına vardığı için asla kabul etmezlerdi. Bazen “hadi içi iç. Nazlanma” gibi üstenci ve kaba ısrarlara da uygun, ama yeteri kadar sert bir dille tepki gösterirlerdi. Eğer çayları ben söylemişsem kahveci özel bir uyarıya gerek duymadan onlara da getirir ve bu onurlu Roman dostlarım beni kırmazlar sorun etmeden çayımı içerlerdi. Bazen oyuna dalmış bir haldeyken kahveci elime çay tutuştururdu. Şaşırıp başımı kaldırdığımda Roman dostumun gülümseyerek bana baktığını görürdüm. Ben de keyifle içerdim.

Yine böyle kalabalık bir seyirci eşliğinde dama oynarken güzel bir oyunla oyunu kazandım. Bunun verdiği keyifle kahveciye çay söyledim. Kahveci her zamanki gibi kaç tane diye sormadan tüm seyircilere de getirdi. Roman dostlarımın yanında, yine bir Roman olan bir misafirleri vardı. Misafir, getirilen çayı içmek istemedi. Her yerde gördüğü o küçümseyici tavırlarla karşılaşmaktan korkuyordu belki de.

Roman dostum misafirine; “iç, iç” dedi. “Nadi’nin çayı içilir.”

Hayatımda aldığım en büyük övgü sözüydü.

Seyircilerin arasında birkaç gün önce kendisine başına kakarak çay ısmarlaya kalkan kişi de vardı. Tüm üstenci ısrarlarına rağmen içmemişti çayını. Bozuldu. Yine aşağılayıcı bir tavırla; “Demek Nadi’nin çayı içilir öyle mi?” dedi.

Roman dostum; “Evet” dedi. “Herkesin ki içilmez”

 

Romanlar İGD’yi basmaya geliyorlar.

Menemen İGD’de çalıştığım yıllar. Solculuğun düğünümsü eylemlerle sürdürülebildiği zamanlardı. O kadar ki; şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir kampanya sürdürülüyordu ve biz gündüz gözüyle yazılama yapabiliyorduk. Roman mahallesindeydi yazılama... Arkadaşlarımızdan biri, yeni badana yapılmış bir evin duvarına yazı yazmıştı. Evin sahibi haklı olarak kızmış, tepki göstermişti. Buna diğer sokak sakinleri de katılmış kısa bir gerginlik yaşanmıştı. Biz haksızdık. Ama donanımlı ve kalabalıktık. Fazla üsteleyemediler.

Hep birlikte derneğe (Menemen İGD) döndük. Derneğimiz Menemen Stadının (O zamanki adıyla Futbol Sahası) köşesinde 2 katlı müstakil bir evden bozmaydı.  Derneğin hemen yanından, stadın kenarından bir yokuşla Askeriye’ye, Kubilay anıtına, Roman Mahallesine giden dümdüz bir yokuş vardı.  Derneğin arka tarafındaki, genelde yönetim kurulu toplantıları yapılan odadan, ta tepesine kadar görülürdü bu yokuş.

Dernekte kısaca oyalandıktan sonra sözünü ettiğim kampanya gereği bir başka bölgeye doğru dernekte ayrıldık. Dernekte sadece, sonradan gelenleri bulunduğumuz yere göndermek üzere, Ramazan arkadaşımız kalmıştı. Ramazan, derneğin arka tarafındaki o yokuşu gören odada oturmaktayken birden yüze yakın Romanın çoluk çocuk yokuşu indiğini görür. Az önce yaşanan olay aklına gelir ve telaş kapılır. Ona göre Romanlar hesap sormak üzere derneği basmaya geliyordur. Hemen derneğin kapılarını falan kilitler. Kendisi de tedariklenir ve üst kata çıkar. Üst katın penceresinden derneğe doğru giderek yaklaşan romanları gözetlemeye başlar.

Romanlar, derneğe yaklaşırlar, yaklaşırlar sonra önünden geçerek İstasyonun karşısında ki yazlık Çiçek Sinemasına doğru yönelirler.

O akşam Çiçek Sinemasında Türkan Şoray’ın filmi oynamaktadır.

Sinemada Türkan Şoray varsa akan sular dururdu Menemen’in Roman Mahallerinde…

 

Temizlik İşçileri Grev yapıyor, Romanlar da düğün…

Menemen Belediyesi temizlik işçileri greve başlamıştı. Sanırım 78 yılları… O sırada Menemen’deki tüm sol siyasetler balıklama atlamıştı bu olayın üstüne. Artık destekliyor muyduk yoksa köstekliyor muyduk çok hatırlamıyorum. Grev çadırları Temizlik İşleri Müdürlüğünün  Ahıdır Mahallesindeki işyerinde kurulmuştu.  Romanların oturduğu bölgedeydi.  Zaten Temizlik işçilerinin önemli bir kesimi Roman’dı.

Tüm siyasetler grev çadırlarına doluşmuştuk. Eğer grevde 15 işçi varsa 50-60 kişi de destekçileri oluyordu. Siyasi rekabet sonucu sabah akşam oradaydık. Bir akşam bir Roman düğününe denk geldiğimizi hatırlıyorum. Küçük bir meydana açılan dar bir çıkmaz sokağın girişi kapatılmış, meydanın etrafındaki evler sandalyelerini dışarı çıkarmışlar, gayetle kullanışlı, pratik bir düğün salonu elde edilmişti. Pencereler ve çatısız damlar da seyir tribünleri işlevini yerine getiriyordu. Oldukça basit bir ışıklandırma ve ses sistemi kurulmuş, çoğu mahalle sakinlerinden oluşan orkestra ile her şey tamam edilmişti.

Düğün, başladıktan bir süre sonra grevcilerin de ilgisini toplamayı başarmıştı. Kaç gündür “bir senden bir benden” usulü söylenen devrimci marşlardan içi kıyılan grevciler ve destekçileri yavaş yavaş,  fıkır fıkır Roman Müzikleri çalınan düğün meydanına doğru yönelmişlerdi. Kısa bir inattan sonra ben de katıldım onlara ve hayatımın en keyifli düğününü seyretmeye koyuldum.

Ben gitmeden önce neler yapıldı bilmiyorum. Ben katıldığımda Mahallenin sakinleri karı koca birlikte oynamak üzere piste çağrılıyordu. Şimdi çok net hatırlamıyorum ama yaklaşık şöyle bir anons yapılıyordu: “Menemen’in ileri gelenlerinden Kara İbram ve zevcesi Zarife meydanaa!..”  Kara İbram ve Zarife piste gelip, birbirine benzer tarzda ama her defasında başka bir oyun havası eşliğinde,  bir süre sadece ikisi oynayıp maharetlerini sergiledikten sonra, onlara el çırparak eşlik eden izleyenler oyunun sonuna doğru dayanamayarak, meydana fırlayıp oynamaya başlıyorlardı. Çiftler sahneye önce ağır bir ciddiyetle çıkıyor ve aynı ciddiyetle oyuna başladıktan bir süre sonra figürler fıkır fıkır kıvrak bir hale dönüşüyordu. Oyun havası bittiğinde herkes yerine dönüyor, yeni   “Menemen’in İleri gelenlerinden” birinin çağrılmasını bekliyordu.

Aslında en az kullanılan şey sandalyelerdi. Tamamıyla bir statü gereği iki oyun arasında bir iki dakika oturuluyor, sonra içlerinden taşan yaşam ve neşenin çağrısına uyup piste fırlıyorlardı.

İmrenmiştim. Ne o zamana kadar, ne de daha sonra eğlenmesini hiç öğrenemedim. Şöyle doya doya ve usulüne uygun oynamayı hiç beceremedim. Öyle de gidecek. Doğrusu Romanların içindeki o müthiş yaşamsal dürtüden bir parça da bende olması isterdim. Bu gerçekten benim yaşamımda önemli bir eksiklik.

Evet, sevgili Roman hemşerilerim, tıpkı dediğiniz gibi; hepiniz teker teker Menemen’in ileri gelenleriydiniz. Eminim ki hala da öylesiniz.

Daha aklımda onlarca anlatılmaya değer - tabii bana göre- anı var Menemen’deki Romanlarla ilgili. Yazının gereksiz uzaması kaygısıyla sonraya erteliyorum. Bunların kimisi neşeli kimisi hüzünlü...  Tıpkı bu defa anlattıklarım gibi…

Aslında her neşenin altında bir hüzün var. Ve bu hüzün her zaman olacak.

Ta ki insanlar kimliklerinden dolayı horlanmayıncaya, ötelenmeyinceye kadar.

Ta ki 70 yıl önce bu güzel insanları katleden zihniyetin kalıntıları algılardan silininceye kadar.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums