Demokrasinin Küresel Krizi

  • 8.02.2016 00:00

 Yoldaşı Che ile birlikte gençliğimizin idollerindendi Fidel. Kapitalizmin devasa kalesinin dibinde güllelere mızrakla karşı koyan bir Don Kişot. O kaleden çokları geçti, Eisenhower’dan, Kennedy’den Johnson’dan,  Nixon’dan, Reagan’dan, Obama’ya kadar, ama o hâlâ oradaydı; Büyük destekçisi Sovyetler Birliği çöktükten sonra da o hep oradaydı,  duvara kafa tutmayı sürdürdü ve yaşayan efsane olarak 90 yaşında tarihe kendi noktasını koydu.  

Bu yazım dünyayı saran gericileşme dalgası üstüneydi, araya başka şeyler girince bitirmem uzamıştı, arada Fidel Castro’nun ölüm haberi geldi, onu yazımın başına koydum, uygun da düştü. Tarih bir muhasebe yapıyor sanki. Fidel ölürken Donald Trump ABD Başkanı oldu. Sovyetler Birliği ve Sosyalist dünyaya “özgürlük” silahıyla saldıran Amerika bugün özgürlük korkusuyla kendine duvar örüyor. Üstelik Sovyetler de yokken. Özgürlük heykeline şal örtülecek gibi.

Sık tekrarladığım bir düşüncemi Fidel’in anısı için tekrarlamak isterim: Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bugünkü dünya eğer daha insanca bir dünya olmuş olsaydı o durumda bu gelenek içinden gelen bir komünist olarak tarihin yanlış yerinde durmuşuz, dünümüz külliyen yanlışmış der, geriye bakarken yüzümü buruştururdum, hiç de öyle yapmıyorum.  

Hayır, kesinlikle öyle değil, hatta tam tersine, Sovyetlerin olduğu dünya çok daha öngörülebilir bir dünya idi. Halklarına, dünyaya çok şey de verdi. Ama bir cennet de değildi, tarihinde insan haklarına ilişkin yüz ağartmayan sayfaları da vardı. Erken-sosyalizmdi o nedenle de çöktü. Elbette bu yol tekrar edilemez. Geriye, kâğıt üzerinde teorik sosyalizm güzellemeleri değil, kim ne derse desin yanlışı doğrusuyla eleştirilebilir olan ve eleştirdiğimiz ve gelecek kuşakların önyargısız inceleyeceği reel bir sosyalizm deneyi, bir pratik bıraktı.  Bu pratik her şey bir yana dünyayı değiştirme pratiğiydi. Kuruluşuyla da dünyayı değiştirdi, yıkılışıyla da. Görüyoruz, dünyanın bugün de değiştirilmeye ihtiyacı var. Tarihin sonu yok...

Fidel, sosyalizm çöktükten sonra ölmeden iyi ki kapitalizmin küresel krizini gördü diyorum, krize bakarak “ülkem, olmasını hayal ettiğim cennet olamadı ama davamda haklıydım” dediğini duyar gibiyim. Haklıydı. Haklıydık…

Kırmızı karanfillerle sevgiler sana Fidel, güle güle…

                                     Demokrasinin geri çekilişi

Ben de tarihin hızlandığı görüşündeyim, gündelik hayatın ritminde görebiliriz bunu, ama asıl hızlanan farkına varmadığımız dip akıntılarıdır, ne var ki galiba düşünceler bu hıza ayak uyduramıyor, şoklarla sarsılmalar bu yüzden.  Tepki veriyoruz ama az düşünüyoruz. Oysa öngörülere ihtiyaç var, hatta bu hız karşısında daha fazla ihtiyaç var. Öngörüler yanlış çıkabilir, önümüzü mum ışığı kadar aydınlatıyor olabilir ama öngörüsüzlük karanlığa hapsolmaktır.  Öngörüsüz ilkeler kör, ilkesiz öngörüler de boştur. İlkemiz ise dünyayı tasvirle yetinmeyip değiştirmektir, ama değişeni de görmek koşuluyla.

Demokrasinin geri çekilmesinin iki dünya savaşı sonrası üçüncü dalgası içine giriyoruz. Aşırı sağ her yerde yükseliyor. Önümüzü görmek için yeni fikirler gerekli, aydınlara daha çok iş düşüyor bugün. Köşeye çekilmemek gerek. Birinin göremediğini öteki görebilir. Yeter ki hoşgörüsüzlükle farklı düşünceleri boğmaya kalkmayalım, zaten fikir özgürlüğü diye yırtınmıyor muyuz?

ABD’de politika değişikliği her ülkeyi olduğu gibi bizi de yakından ilgilendirecek, Suriye politikası örneğin. Fakat beni ilk planda ilgilendiren bu değil. Bana asıl önemli görünen aşırı sağı yukarı taşıyan dip dalgalarıdır, aşağılarda ne olduğudur. Bir deprem bekleniyorsa onu tetikleyecek enerji birikimini görebilmek önemli.

 Aşağı diyorsam kastım ekonomik temel değil. Elbette bu temel önemli ama değişimi anlamada yetersiz ve hatta yanıltıcı da oluyor. Analizlerde geçmişteki indirgemeci yanlış metodolojiyi sürdürmek olur bu. Özellikle bizim gibi tarihsel gelişimi Batılı toplumlarınkinden farklı olan toplumlar için. O nedenle uzun süredir “Üretim Tarzı” konseptinin yanı sıra İbn Haldun’dan esinlendiğim, gündelik dilde de kullandığımız “Yaşam Tarzı” kavramına teorik bir işlev yükleyerek onunla hem geçmişe hem bugüne bakmaya çalışıyorum. Yaşam Tarzı konsepti değişime nedensel çoğulculuk ilkesiyle bakmaya bizi zorlar ki onun içinde ekonomik faktörler de var.

İşte bu yüzden Trump’ın muhtemel politikalarının ne olacağından çok -ki bu tümüyle belirsiz de değil, Başkan olmasının hem ABD hem Avrupa kamuoyunda yaratmış olduğu şokun, ruh halinin kendisidir beni ilgilendiren. Zira Trump seçim günü gökten düşmedi, seçilme olasılığı hiç yok değildi, o halde yarattığı şok niye idi? Trump, bu toplumun nasıl bir ruh haline yanıt verdi?

Anlayabilmek için Amerikan kaynaklı yorumları izledim, Ruşen Çakır’ın yönettiği Medyaskop TV çok yararlı oldu.

Ağzına geleni söyleyen bu adam nasıl oluyor da ABD başkanı oluyor?” Amerikalı bir yazarın makalesinin başlığıydı bu soru. Soru Trump’a tepki gibi anlaşılabilir öyle değil, tepki var tabii ama soru asıl ona oy veren bir çoğunluğun varlığını görmenin şaşkınlığını ifade ediyor. Diğer yorumlarda da en çok “Nereden çıktı bu insanlar?” sorusu vardı.

Bu makale bana ilginç gelen yorumlardan birisiydi. Yazar özetle; kendi toplumumuzu tanımadığımızı gördük diyor; yalan söylediği, uydurma istatistikler verdiği kanıtlanmış ağzı bozuk bir adama çoğunluk oy verdi, onu Başkan yaptı; demek ki onların gerçeklik dünyasında yalan normal bir davranış normu, bizimkinde ise değil; bize şunu mu demek istiyorlar, herkes yalan söylemiyor mu ne olmuş? Gerçeklik algısı parçalanmış bir toplummuşuz meğer, hangisi gerçeklik, bizlerinki mi onlarınki mi diye soruyor yazar. Şimdiye dek azınlık gibi yaşayan bir çoğunluğun ortaya çıkışıdır bu tepki, siyasi olmaktan çok kültürel bir tepkidir diyor.

Derine inen bir yorumdu, modern, post modern toplum eleştirilerine uzanan bir yorum. Semboller toplumunda sanal ile gerçeğin yer değiştirmesine işaret ediyor.

Radikal kayıtsızlığın çöküşü;

Bu düşünceler eskiden okumuş olduğum, biten yüzyıl için yapılan yorumları anımsattı. Bunlardan biri Avrupalı gözüyle Amerikan toplumunu eleştiren Jean Baudrillard idi. Notlarıma baktım, kısa, kısa;

Amerika Avrupa rüyalarının travmatik bir sonucudur... Amerika kendini nasıl hayal ediyorsa öyledir…Sürekli bir simülasyondur… Kaygılanmanın karşı konulamaz biçimde ortadan kalkışı… “Tarihten korunan” Amerika, sınırları içinde radikal kayıtsızlıktırAmerika geleceğin ilkel toplumudur…

Baudrillard’ın işaret ettiği bu radikal kayıtsızlık hali ilkin Vietnam savaşı, sonra 2001 Ticaret Merkezine terör saldırısı ve ardından 2008 Küresel krizinin yarattığı şoklarla sarsılmıştı. Amerikan yaşam tarzının ve mantalitesinin büyüsü bozulmuştu.  Obama ile, dünyaya karşı bu kayıtsızlığın yerini ötekini anlayan, hoşgörülü bir ilginin alacağı beklentisi vardı, olmadı. Şimdi izolasyoncu politikalarla Trump yeniden ve daha radikal bir kayıtsızlık öneriyor. Kamuoyundaki şaşkınlık, nereden çıktı bunlar sorusu, kayıtsızlığın kendi toplumlarına da yönelmiş halini, yani kendi hallerini fark etmenin yaratmış olduğu kaygının bir ifadesidir. Trump “ben sizin bilmediğiniz öteki halinizim” demiş sanki. Kaygısız bir kayıtsızlıkla dünyaya kibirle bakan Amerika şimdi kendisi için kaygılanıyor.

Burada H.Clinton’un kaybetmesinin nedenleri de gizli. Clinton toplumdaki bu kayıtsızlık çöküşüne bir alternatif sunamazken Trump radikal kayıtsızlığa yeniden çağırı yaparak reaksiyoner değişimci bir algı yaratmış olduğunu görüyorum. Yorumlardan birinde öyle deniyordu “seçim konuşmalarına geriye dönüp baktığımız zaman şaşırdık Trump değişimci görünüyordu, Clinton ise varolanı devam ettirici, oysa konuşmaları izlerken böyle bir izlenim almamıştık.” Almamışlardı çünkü onlar da ”gerçeklik” algısı farklı başka dünyadan bakıyorlardı.  (Aynı şey değil ama AKP gerçeğine bakarken bu nokta akılda tutulmalı.)

ABD’den gelen ilk yorumlar bu sonucu 2008 küresel krizin mağdurlarının “popülist zaferi” olarak nitelemişti, yanlış değil ama yetersiz görünmüştü bana, zira popülist politikalar merkez sağın ve hatta merkez solun da uyguladığı bildik politikalardı, karşımızda duran fotoğrafta ise daha fazla bir şey vardı ama ne?

Hemen sonra seçimle ilgili daha açıklayıcı bilgiler geldi. Trump’a gelen oyların sosyolojisini görünce haklı olduğumu gördüm. Trump işçilerden, işsizlerden, sermayenin kayışı sonucu çöken sanayi bölgelerinden de oy almış ama asıl belirli bir zengin kesimin oyları taşımış onu. Söylendiği gibi alt orta sınıf zenginleri. Bu tablo ve Trump’ın kişi olarak verdiği fotoğraf kafamda birleşince aradığım kavramı buldum;

Lümpenleşme;

Toplumda lümpenleşme eğilimi ve lümpenleşen siyaset. “Yalan söylediyse ne olmuş?/Yalan söylesem ne olur?…gibisinden.

Günlük dilde kullanılıyor olsa da sosyolojinin de bir kavramı lümpenleşme. Marx’tan esinlenerek ama ondan farklı daha geniş bir sosyolojik alana yayarak kullanıyorum, fakat özü aynı: Üretim sürecinden kopmuş, asalak bir yaşam tarzı içinde, altakini dibe iterek varlığını korumaya çalışan, ahlaki değerleri yıpranmış, kendine özgü düşünceleri olmayan, çevresiyle ilişkileri tepkisel olan, öfkeli kişi ve grupların davranış kalıbı bu. Yoksullar diye anlamamak gerek, belli bir geçim standardı içindekilerle ilgilidir. Lümpenleşmeyi en üsttekiler değil ama zenginleri de içeren alt orta sınıfların daha çok kriz durumlarında ortaya çıkan davranış kalıplarından biri olarak anlamalı.  

Günümüzde orta sınıfların büyüdüğü dikkate alınırsa bu kotlama yabana atılmamalı. Sanayi sonrası toplumlarının maddi zenginlik üretimiyle ters orantılı, teknolojik gelişimin de hızlandırdığı manevi ve entelektüel krizi akla gelmeli. Baudrillard’ın sevdiğim tanımıyla “Toplumların içe göçüşü”.

Ayrıca geçmişte eleştirel Marksist akımın, orta sınıfların rolünün ihmali nedeniyle Nazizm’in tırmanışını göz ardı etmeyi doğuran sekter teorik-pratik hatalarla ilgili eleştiri ve uyarılarını hatırlıyorum. (Çoğunluğu aynı ruhta homojen bütün görmemek, onların içinde olarak, ortak olmasa da onların da anlayacağı bir dil geliştirmek.)

Zenginlerin İsyanı;

Dayandığı tabanı görüp, Trump’ın söylemlerinin tutarsız da olsa politik içeriğine baktığımda seçim sonucunu küreselleşmenin kaymağından yararlanamayan  “lümpen zenginlerin isyanı” olarak nitelemiştim.  Sonra bu sözü bir yerde gördüğüm aklıma geldi, düşünüp buldum. Lümpen eki benim ama “Zenginlerin İsyanı” A.Toffler’indi,  (Toffler zengin kavramını daha geniş alıyor, ben seçimi kazandıranlarla sınırlı aldım). Makale bugünü çok açıklayıcıydı. Kısa birkaç alıntı:

“Yüzyıllardır seçkinler hep yoksulların ayaklanmasından korkmuş, kendilerini buna karşı korumaya çalışmışlardı. “Birinci Dalga’’ olan tarımın ve “İkinci Dalga “olan sanayiin tarihi boyunca, bu toplumlar hep kölenin, serfin, işçinin ayaklanmasından sıçrayan kan lekeleriyle doludur. Ama ademi merkezî nitelikli, bilgiye dayalı “Üçüncü Dalga’’ toplumları, şaşırtıcı bir yeni gelişmeyle birlikte ortaya çıkmıştır. O da zenginlerin isyanı riskinin artmasıdır

“Çoğu korumacı politikalardan, Balkanlardan Hindistan’a kadar her yerde patlak veren (ben ekliyorum Ortadoğu n.y.) etno-dinsel mücadelelerden kaynaklanan daha başka ayrılma eğilimlerinin yanı sıra şiddet patlamaları da mümkündür. “

“Bu olaylar (terör, n.y) devletin artık küçük gruplara yönelik şiddetin tekelini elden kaçırdığını, onu ölümcül bilgilere sahip bağımsız aktörlere kaptırdığını açıkça göstermektedir.”

“Dünyanın her yanında, uygarlıkların çatışması ortamı içinde, öfkeli zenginlerin ön işaret sayılabilecek homurtularını duyuyoruz. Zenginler bu işten sıyrılmak istiyor. Bir çoğu yüksek sesle söylemeseler bile “kendi ihtiyaçlarımızı satın alabilir, mallarımızı başka ülkelere de satabiliriz” diye düşünüyorlar. İlerde Üçüncü Dalga geldiğinde fabrikalarımız ve bürolarımız daha az sayıda, daha yüksek beceriye sahip insanlarca yönetilebilecekken neden ordu dolusu aç cahilin yükünü taşıyalım”

“(Yaklaşan tehlikelerle dolu dönemde) sağ kalabilmemiz iki yüzyıldır hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmamıza bağlıdır. Nasıl bir savaş biçimi icat ettiysek, şimdide yeni bir barış biçimi icat etmek zorundayız, o barış biçimi de Üçüncü Dünyanın şiddet biçimleriyle savaşabilmek için, gücün ve bilginin ademi merkezileştirilmesinden yararlanmak zorundadır” (*)

Bu makale 1993 tarihlidir. Tofller’in geleceğin risk faktörü dediği öngörü bugün kanımca kendini gerçekleştiriyor. Artık zenginler homurdanmayı bırakıp açıkça isyana hazırlanıyorlar. Ve en önemlisi örtük değil açık politikayla.  Zenginlerin yoksullara karşı isyanıdır bu.

Toffler’in öngörüsü 1993 ile sınırlı, tehlikeyi çok iyi anlatıyor ama o tarihlerde pek çoğumuzun da taşıdığı bir iyimserliği de yansıtıyor. Tehlikeye karşı çözüm, gücün ve bilginin ademi merkezileşmesinden yararlanmakta diyor. Doğru ama kim, kimler yapacak bunu, bu belirsiz. Belirsizlik bu iyimserliğin ürünü kanımca, Yani kendiliğinden olacakmış gibi düşünmenin, eğilimi olgu gibi görmenin. Ya da bu soruya bir cevabın olmayışının.

Ne var ki 2000’li yılların ortalarında gidiş tersine döndü. Bizde de öyle oldu (AKP’nin ikinci dönemi). O nedenle benim yorumum Toffler’in bıraktığı noktadan başlıyor.

Bilginin ademi merkezileşmesi önemli ölçüde gerçekleşti, bilgi küreselleşti ama önermenin ilk kısmı yani gücün de ademi merkezileşmesi gerçekleşmedi. Bu öngörü doğru çıkmadı. Gerçekleşmediği gibi bugün aksine katı merkeziyetçiliğe yöneliyor devletler. Bu durumda bilginin de bu gücün hegemonyasına girmesi tehlikesi beliriyor. Ne var ki bu tersine dönüş bilginin doğasına aykırı. Bu durum küresel kapitalizmin paradoksu.

Bununla da bağlı ikinci ve belki de sosyal nedenlerle daha büyük paradoks şu: Sermaye için küreselleşme geri dönüşsüz bir süreçtir ama kapitalist sistem bunun getirdiği devasa küresel sorunlarla, küresel işsizlik, küresel göç, mülteci sorunlarıyla baş edemez noktaya geldi ve o nedenle küreselleşmenin nimetini istemekte ama külfetinden kaçıyor. Kaçınmanın yolunu etraflarına duvar çekmekte görüyor. Bunun anlamı:

 Demokrasiden kaçış;

Zenginler zenginlikleri paylaşmadıkları durumda dünyanın böyle sürdürülemeyeceğinin farkındalar. ABD’nin muazzam dış açığı korkulu rüyaları. Kapitalistlerden de kapitalizme eleştiriler geliyor. Komünizm tehlikesinin de mevcut olmadığı günümüz dünyasındatehlikeyi demokraside görüyorlar.Dün kendilerinin savunduğu demokraside üstelik.

Kapitalistlerin bir kesimi (Alternatif sağ-Trump)  ülkesinde “yerleşmiş yönetim tarzına” ve onun dayandığı demokrasi biçimine tepki gösteriyor: Bu demokrasi onlara göre çoğunluğun haklarını değil azınlığın, erkeğin değil kadının, beyazın değil siyahın haklarını koruyor.  Bu demokrasi kozmopolit bir demokrasi, çok kültürlülük Amerikan toplumu için tehlike. Beyaz ırkın kazanılmış imtiyazlarını da tehdit ediyor. Ekoloji mi,… zırva! O halde onlara göre çözüm ne?“Milli demokrasi”,  yani bu toprağın asli sahipleri olan çoğunluk için “Beyaz Amerikalı” için demokrasi. Azınlık haklarına karşı “artık yeter” diyorlar,  “çoğunluk hakları korunsun”.

Kuşkusuz Trump seçimlerdeki söylemini aynen devlet politikasına taşımayacak, revize edecektir.

Aternatif sağ;

Trump, ABD gibi kurumları oturmuş bir devlette piyangodan çıkmış olamaz. Moda deyimle  “üst aklın” ürünü bence. Trump’ın kazanmasıyla ilgili yorumları okurken küçük bir bilgi notunu görünce dikkat kesilmiştim. Trump’ın Baş Danışmanının Stephen Bannon adında bir zat olduğu ve bu kişinin “Alt-right” (Alternatif sağ) haber sitesinin patronu olduğunu okuduğumda kafamdaki bazı taşlar yerine oturdu. Bu “Alt-right” hareketine bir başka analizde de rastlayınca kuşkum kalmadı. (*)

Alt-right yani “Alternatif sağ”, sağın kendi içinden alternatif bir sağ çıkarma projesinin adı. Adı belli ama henüz bütün ayrıntıları ortaya çıkmış değil ya da ben henüz bilmiyorum. Ancak küreselleşme karşıtı, erkeğin, beyaz ırkın, Amerika’nın, doğaya karşı insanın üstünlüğünü savunan, “Yerleşik Siyasi Düzen”  (Political Establisment) karşıtı ırkçı radikal sağ bir hareket olduğu kesin.

 Bu proje muhtemelen şöyle bir şey: Şimdiye dek marjinal kalmış o nedenle de öfkeli olan radikal sağın kışkırtıcı, ajite edici enerjisini durgun popülist sağa aşılamak, böylece popülist sağın üretmeye cesaret edemeyeceği radikal politik çözümlere kitlesel destek bulmak. Bu yolla popülist sağ, siyasetin boşalan merkezine taşınacak ve “milli devlet” tahkim edilmiş olacak. Sermaye yine küresel ama içerde daha tam deyişle “milli güvenlik devleti” ve onun koruduğu “milli demokrasi (çoğunluk için demokrasi)” olacak.

Trump’ın, tipik Cumhuriyetçi olmadığı yazılıyordu ve bu ağzı bozuk, ırkçı, anti-yabancı, anti-kadın, anti-Müslüman söylemi kampanyası sırasında kendi partisini de rahatsız etmiş o yüzden kampanya desteği çekilmişti ama şimdi Trump bu partiye ABD Başkanlığını armağan etti. Şimdiden Cumhuriyetçi Parti’nin Trump’a biat etmiş olduğunu okuyoruz. “Üst akıldan” kuşkulanmam boşuna değil yani.

  Yoksulların yoksullarla savaşı;

Ancak böyle bir politika küresel bir siyasetin eşliğinde hayata geçebilir. Yine yorumlarda söylenip geçilmiş olan ufak bir bilgi notunu gördüm;  Notta Alternatif sağ projenin yandaşlarının  S.P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması Teorisini resmi teorileri haline getirme kararı aldıklarını söylüyordu. Trump’ın Başkan olmasıyla birlikte bu teorinin devletin resmi teorisi ya da dünya görüşü olması ihtimal dahilinde. Geçmişte bunun bizi yakından ilgilendiren çok uğursuz bir teori olduğu üstüne birkaç kez yazmıştım. Özcesi, islamofobinin teorileştirilmesi. Huntington’nun kendi ifadesiyle 21. Yüzyılın fay hattı “ Batı Hristiyanlığının 1500 yılındaki doğu sınırı” yani Türkiye’nin batısından geçiyor, İslam dünyasına ve Konfiçyüscü doğuya uzanıyor.

Toffler’i takrar hatırlayalım; Sanayi sonrası toplumlarda  Üçüncü Kuşak Dalga zenginleri içe kapanacak,  dünyanın geri kalanı ise yangın yerine dönecek. Ama bu durum Güneyin başıboş bırakılması anlamına gelmeyecek. Sömürü bir yandan sürerken öte yandan otoriter/totaliter yönetimler altında yoksullar dünyasının etnik-dinsel kışkırtmalarla, savaşlarla, açlıkla, hastalıklarla, terörle birbirini yemesi demek olacak bu. Herkesin herkesle savaşı. İç savaşlarda görülen vahşetin yaygın hali. (Ortadoğu’yu hatırlayalım)

                                 Radikal demokrasi alternatifi:

Dünyada demokrat aydınların bu günlerde ortak sorusu, siyasette sağa kayış nasıl önlenebilir sorusu oluyor. Bunun kolay olmayacağı da görülüyor.

Düzenin çivisi çıkmış durumda. Dipten gelen talep “düzen karşıtı radikal değişim” talebidir.  Bunun farkında olan radikal sağ “yerleşik siyasi düzeni” eleştirerek radikal değişim projesiyle bir cazibe yaratıyor ve merkezi çöken siyasi sistemin merkezine yürüyor. Merkez-sol dibe vurmuş durumda. Gözler merkez-dışı sola çevrildi. Kıpırdanmalar yok değil; Yunanistan’da Syriza örneği zaten biliniyor, İspanya’da Podemos, Portekiz’de birleşik sol muhalefet dikkatleri çekiyor.  Yanı sıraAlmanya’da Die Linke, Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un Sol Parti’si (Parti de Gauche), İngiliz İşçi Partisi’nde Jeremy Corbiy’nin sol açılımı, ABD’de sosyalist Bernie Sanders’in Demokrat Parti içinde yükselmesi örnekleri var. Fakat henüz güçlü bir yükselişin işaretleri değil bunlar. Öyle de olsa sağın yükselişi sola yönelimi de getirecektir.

Ancak soru şu: Merkez-dışı sol, dipten gelen düzen karşıtı radikal değişim talebini karşılayabilecek, kitleselleşebilir bir alternatif koyabilecek midir?

Bu sorunun somut yanıtı her ülkenin kendi koşulları içinden çıkacaktır. Fakat küreselleşme süreçleri bu soruya ortak yanıtlar bulmayı hem gerektiriyor hem de buna imkân veriyor.  

Bu ortak yanıtın demokrasinin krizinde yattığını düşünüyorum. Daha doğrusu ekonomik sorunların çözümü bugün kalkınma programlarına bağlı olmaktan çıkıp küresel ölçekte demokrasiye bağlı hale geldi. Zira öne çıkan şey rakamlar değil insani boyuttur, yaşam hakkıdır.

Mademki radikal sağ yoksullara ve demokrasiye küresel düzeyde savaş açıyor, öyleyse sağa karşı yoksullar da demokrasiyle buluşmalıdır, küresel demokrasiyle.  

Farklı düşünülebilir, ama ben 6 Kasım 2000’de Milliyet’te yayımlanan Neşe Düzel ile röportajımdaki  tarihsel perspektiften bakıyorum yine. Tam sayfa söyleşinin manşeti “Marx haklı çıktı” idi, 7 mayıs 2008’de Referans gazetesinde de aynı görüşümü tekrarlamıştım. Bugün de haklı çıktığını düşünüyorum. Her konuda değil elbette kapitalizmin yasallıklarıyla ilgili ve sermayenin, Marx’ın ifadesiyle “yıkıcı ama devrimci” karakteri nedeniyle yayılmasının bizi sömürüsüz topluma daha hızla yakınlaştıracağı, “korumacılığın” ise yine Marx’ın kendi ifadesiyle “gericilik” olduğu öngörüsüydü bu.

Kapitalizmin küreselleşmesi, üretici güçlerin devasa genişlemesini getirmesi yanı sıra bugün yarattığı devasa sorunlarla, büyük gelir eşitsizliğiyle, iç çelişkilerini derinleştirerek, kendi eliyle eşitlikçi bir düzene doğru kendi sınırlarını zorluyor. Derinlerden gelen radikal değişim talebi bu zorlamanın sonucudur. Buradan kestirme sonuçlara kuşkusuz varmıyorum. Değişim kendiliğinden olmayacak.

Marx ‘ın zamanında olmayan yeni bir imkân var günümüzde; eskiden farklı olarak bugün demokrasi, değişimin bir sonucu, ürünü değil başlı başına dinamik bir değişim faktörü, değişimin itici gücü haline geldi. Sanayi toplumundan farklı olarak Bilgi toplumunda bilgi üretimin yan faktörü değil bizzat gücü artık ama bilginin üremesi de paylaşımı da üretime katılması da demokrasiyi önkoşul haline getiriyor.

Bu kadar da değil dahası dünden farklı eşitlikçi-özgürlükçü yeni bir demokrasinin inşasını kaçınılmaz biçimde gündeme sürüyor. Sağın demokrasiden kaçışı boşuna değil bu yüzden. O kaçıyorsa biz kovalamalıyız.

Bu nedenlerle radikal değişim talebi demokrasiyle birleştiğinde bizi ileriye taşıyacak yolu açabilir. Radikal demokrasi budur.

Bu tehlikeyi yeni sağ fark etmiş durumda o nedenle radikal düzen değişikliği maskesiyle ortaya çıkıyor. Kapitalizmi korumak amacıyla, radikal demokratik değişime fırsat vermemek için  “radikal korumacığa” dört elle sarılıyor. Ne de olsa kendi düzenleri, tehlikenin kokusunu bizden daha iyi almaları normal.

O nedenle radikal korumacılığa, radikal demokratik değişimle yanıt verilebilir.

Yukarıdan beri söylediklerimden anlaşılabilir ki “radikal demokratik düzen değişikliği” perspektifi kapitalizmin eleştirisini zorunlu kılar. Fakat bu eleştiri dogmatik konumlardan yapılamaz, kendine Marksist desin demesin yenilikçi, “yeni sol” yaklaşımları gerektirir. Dahası radikal demokrasi yalnız solun değil her zaman kullandığım formülle söylersem “sol ve daha geniş demokrasi güçlerinin” kitlesel tabana dayalı muhalefetinin projesi olabilirse hayata geçebilir ancak. O nedenle masa başı bir projeden söz etmiyorum. Demokrasi mücadelesinin içinde oluşacak bir mayalanmadan söz etmekteyim. (7 Haziran seçimleri öncesi HDP etrafında böylesi bir radikal demokratik muhalefet doğdu, sonuç da aldı. Bu bir mayalanmadır.)

Söylemeliyim ki radikalliğin keskinlikle alakası yoktur. Her ülkede düzenin şimdiye dek dışlamış olduğu, tarihsel ve somut muhalefet dinamiklerinin yaşam tarzlarında ifadesini bulan ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel taleplerini karşılayacak bir “Düzen değişikliği” eş anlamda “Yaşam Tarzı değişikliği”   hedefinin öne konmasıdır radikallik.

Öte yandan statükonun dayandığı devlet- merkezci siyasi yönetim tarzını değiştirebilmek için temsili demokrasiyle kendini sınırlamayan, ama onu da reddetmeyen doğrudan demokrasinin araçlarını kullanmak anlamındadır radikallik. Daha en baştan her kesimin kendi talepleri için ortaya çıkıp kendi sözlerini söyleyip kendi mücadelelerini vermeleri anlamında çoğulcu ve katılımcı olan bir demokrasi hedefidir.

Elbette programatik bir yan da vardır. Küresel sorunların, yoksulluğun, işsizliğin çözümünün yolunu göstermek gerekir. Küresel demokrasiyi gerçekleştirecek uluslarüstü yeni kurumların yaratılması, var olanların ise sendikalar ve diğer sivil toplum örgülerinin katılımıyla demokratik yeniden yapılandırılması (Soğuk savaşın bitiminde bazı adımlar atılmıştı ama devam etmedi) ve bu yolla uluslararası ilişkilerin karşılıklı bağımlılık temelinde köklü biçimde değiştirilmesi pek çok küresel sorunun çözümünü getirecektir. Bu yolla piyasaların dizginlenmesi mümkün olabilecektir. En önemlisi bu küresel demokratik ilişki ve kurumlaşmalarla kemer sıkma değil dünyamızda biriken maddi zenginliklerin eşit paylaşımı gündeme gelebilecektir.

Ayrıca hatırlatmak isterim, reel sosyalizm,  ekonomik eşitlik kavramını bir insan hakkı normu olarak dünyaya kazandırmıştı, bunun sonucu BM hukuk literatürüne, Batı hukukuna sosyal haklar kategorisi 1950’lerde girmiş, bir dizi hak da tanınmıştı. Reel sosyalizm çöktükten sonra bu haklar geri alındı. Ekonomik hak eşitliğinin bir insan hakkı normu olarak evrensel insan halkları hukukuna girmesi küresel sorunların çözümü için gereklidir. Eşit haklılık doğa için de geçerli.

Evrensel insan hakları hukuku adı üstünde küresel demokrasinin hukukudur. Ne var ki, bu hukukun küreselleşmesi devletlerin egemenlik haklarını paylaşmak istememeleri sonucu korumacı önlemlerle engellendi. AB içinde dahi böyle oldu, Almanya başta olmak üzere büyük devletlerin bencil milliyetçi korumacılığı halkları Brüksel’in soğuk bürokrasisiyle karşı karşıya bıraktı, ortak bir anayasa dahi yapılamadı. Sonuç Brexit tepkisiyle geldi. Şimdi yeni sağ tepki geliyor.

Küresel demokrasi evrensel insan hakları hukukunun milli hukuk üzerinde kesin bağlayıcılığı yoluyla ulus devletlerin ademi merkeziyetçi yeniden yapılanmasını da gerçekleştirebilir. Toffler’in denkleminde çözümlendiğini sandığı ama gerçekte çözümlenmemiş olan  “gücün ademi merkezileşmesi” sorunu böylece çözümlenmiş olabilecektir. 

Nihayet radikal demokratik değişimin öznesi, değişimi isteyen herkes olacaktır.

Sonuç olarak;

Bütün bu söylediklerim nihayetinde bir öngörüdür, başkalarının da vardır ve olmalıdır da. Ne kadar çok olursa önümüzü o denli açık görebiliriz. Çözümleri hiç de kolay olmayan sorunlarla karşı karşıyayız. Sihirli formüller yok.

Türkiye olarak en zor jeopolitiğin içindeyiz. Amerika ne kadar “tarihin yükünden” kendini azade gören bir toplumsa biz de aksine tarih boyu “tarihin yükünü” omuzlarında taşıyan bir ülke ve toplumuz. O nedenle “kibirli kayıtsızlık” bize göre hiç değil. Bölgemizde yoksulların yoksullarla savaşına kayıtsız kalamayız. Soğuk Savaşın kayıtsızlık politikalarına dönemeyiz. Ama bu durum, fetihçi düşüncelere haklılık kazandıramaz. Batağa sürüklenmek olur bu. Bir başka halka düşmanlık üstüne sınır güvenliği kurulamaz.  İster İslami muhafazakârlar olsun ister seküler kesimler, gittikçe yaklaşan tehlikenin ne olduğu konusunda ortak bir fikre sahip olabilirlerse bir asgari müşterek yaratılabilir. Öncelikle bölgemizde “Medeniyetler çatışmasına” karşı “Medeniyetler buluşmasını” savunan barışçı bir ülke olma ortak vizyon olabilir. Bunun için AB’den kopmamak şart. Suriye politikası da muhtemelen değişecektir, böyle süremez. 

İç dış politika ayrımı kalktı, yaklaşan yangından korunabilmek, bölgede güven veren barışçı bir ülke olabilmek için bir an önce “iç kanamamızı” durdurmak gerek. Ülkemiz insanı, siyaset, ekonomi  bu denli ağır basıncı daha fazla kaldıramaz. İç barışı getirecek toplumsal bir uzlaşıya acilen ihtiyaç var. Fikirlerinden dolayı tutuklanmış olanların ve milletvekillerinin özgür kalması ilk adım olabilir. Ardından OHAL’in kaldırılması hedefi gelir. Gerisi sonranın işi. Direngen ama soğukkanlı bir demokratik muhalefete çok iş düşüyor.

Benim de itirazım var!

Pek çok şeye var, ama en önce 70 yaşını aşmış, politik yaşamı fikir özgürlüğü için mücadeleyle geçmiş bir “insan” olarak fikrin zincirlenmesine itirazım var.

 

(*) Yüzyılın Sonu/KOÇUNİSİSYS YAYINLARI4

(*) Yazımı bitirirken Fransız aşırı sağ Le Pen’in partisinin kendilerine danışman olması için Trump’ın Baş Danışmanı Stephen Bannon’na  teklif  yaptığı haberini okudum. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums