- 7.10.2010 00:00
Demokrasi kültüründe dilin kurucu işlevi çok önemli. “Çoğulcu” bir demokratik siyasi rejimde dil, çoğulculuğu sağlamanın en önemli aracı olur, zira katımcılığa davet dille yapılır, davetiye göndererek değil. Çoğulcu değil de çoğunlukçu veya onun karşı ucu olan elitist bir siyasi rejimde dil davet edici değil dikte edicidir.
Türkiye çok partili siyasete geçtiği 1950’den bu yana elitist siyasetlerle çoğulcu değil ama çoğunlukçu uçlar arasında gidip geldi, fakat çoğulcu bir siyasi demokrasi kurulamadı. Bunun en önemli nedeni demokratik kültürün gelişmemişliği ise bunu da hazırlayan, olan anayasal sistemdi. Şimdiye dek bütün anayasalar devletin bütünlüğünü korumayı esas aldığı için çoksesliliğe kapıları kapatmıştı. Türkiye geçmişe göre son yıllarda hayli yol almış olsa da hâlâ ifade özgürlüğü önünde ciddi yasal engeller var. Bunun böyle olduğunu basına açılan davalardan, yargılanan yazar ve gazetecilerden ve hatta hapiste yatanlardan anlıyoruz. Geçenlerde Ahmet Altan Taraf’a açılan sayısız davalar nedeniyle şikâyetini dile getirmişti.
18 ekimde KCK operasyonuyla tutuklananların davası başlayacak. 1500 kadar insan iki yıla yakın tutuklu olarak dava açılmasını bekledi. Gözaltına alınıp tutuklananların arasında halkın seçtiği belediye başkanları var, BDP üyeleri var, sendikacılar, avukatlar, çeşitli mesleklerden insanlar, sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri var. Açıklanan iddialar içinde silahlı bir eyleme karışma suçuna dair bir şey görmedik. Kuşkusuz dava başladığında bu operasyonun nedenleri konusunda daha fazla bilgileneceğiz. Aynı şekilde Ergenekon davasında da uzun süren tutukluluk hali artık insan hakları ihlali anlamına geliyor. Benim burada işaret etmek istediğim husus düşünce ve ifade özgürlüğü üstünde baskılar varken çoğulcu bir demokrasiyi değil kurmak, söz dahi edemeyeceğimizdir. Fakat asıl meselem malumun ilamı olan bu konu da değildir.
12 Eylül 2010 halkoylaması, sonuçları açısından hep söylediğimiz gibi pek çok nedenle bir milattır. Yalnızca doğurmuş olduğu siyasi sonuçlar açısından değil, bir zihniyet değişikliğine herkesi zorladığı açısından da bu sonuçları okumak gerekir. Oylama sonrasında yapılan bir ankette halk referandumda niye “Evet” demiş olduğunu açıklarken en başa “demokrasi ve özgürlüklerimiz için” demişti. Demek oluyor ki, demokrasi ve özgürlük talebi birinci sırada. Bu ise yükselen demokrasi bilincinin açık göstergesi. O halde demokrasimizin önündeki engelleri temizleme görevi ivedi bir görev.
Yanı sıra 12 Eylül halkoylamasıyla halk yeni bir anayasa yapma iradesinin kendinde olduğunu söylemiş oldu. “Evet” diyerek. Böylece kurucu irade tartışması da bitmiştir bana göre. Eğer durum buysa yeni anayasa kapalı kapılar ardında yapılamaz. Parlamentodaki partilerin biraraya gelmeleri, bir uzlaşma zemini yaratmaları elbette çok önemli ama bu yetmez, bu durum dünde kalmıştır. Kısmi anayasa değişikliği için mücadele vermiş kuruluşlar ve kişiler bu uzlaşmanın aktif tarafıdırlar artık. Üç beş parti biraraya gelsin bir taslak çıkarsın veya “bir haftada anayasa değişikliği yapılır” gibi düşünceler dile getirenler halkoylamasının ne dediğini anlamamışlar demektir. Bu nedenle BDP Genel Başkanı Demirtaş haklıdır, yeni anayasa bir sivil anayasa olmak durumundadır ve yalnız üç beş partinin kendi aralarındaki uzlaşma sivil anayasa yapmaya yetmez. Kaldı ki eğer sivil toplum ağırlığını duyurmaz ise bu üç beş parti kendi aralarında yeni bir anayasa için uzlaşamazlar da. Veya ortaya anayasa taslağı olarak çıkacak olan metin 12 Eylül Anayasası’nı tasfiye anlamına gelmeyecektir.
Öyleyse şuraya varmış oluyoruz: Çoğulcu, sivil demokratik bir anayasa ancak katılımcı yöntemlerle yapılabilir. Bu ise yalnız anayasa yapma konusunda değil siyasetin her alanında bir zihniyet değişikliği yaratmak üzere yeni bir dil ve üslup değişikliği yaratmaya ve buna hemen şimdi başlamaya zorunluyuz.
Örneğin bana göre Başbakan “Seçimlerden önce gündemimizde anayasa değişikliği yok” gibi bir cümle kuramaz, kurmamalı artık. Bu dünde kaldı. Zira kısmi anayasa değişikliğine “yetmez ama evet” dedik, hatta kendisi de söyledi bunu. O halde eğer bir tarih belirlenecekse bile buna tek başına hükümet karar vermemeli. O tarih de tartışılmalı, müzakere edilmelidir. Bunu derken seçimlerden önce yeni anayasa yapılabileceğini düşündüğüm için söylemiyorum, kanımca yapılamaz, ama diyorum ki böyle bir karar halkoylamasından sonra artık tartışılmaksızın tek başına hükümetin tasarrufunda bir karar olarak görülmemeli. En azından Meclis gündemine gelmeli.
Çoğulculuk dilde başlar.
Yorum Yap