- 22.09.2011 00:00
Ankara’da patlatılan vicdansız bombanın iç karartan akşamında içimdeki bıkkınlığa direnerek yazımın başına oturmuştum. Yazamadım. Aynı şeyleri bilmem kaçıncı defa yazmanın ama aynı zamanda aynı şeylerin bilmem kaçıncı defa kendini tekrarlamasının yarattığı bıkkınlık bu, insanın tüm yaratıcı enerjisini alıp götürüyor. Kendinizi bir kenarda duran buruşuk bir çorap gibi veya suyu sıkılmış limon gibi hissediyorsunuz.
Birileri bir köşe başına bomba koyuyor, patladığında oradan kimler geçecek, hangi masum insan, hangi masum kadın, hangi çocuk ölecek, hangi ailelerin hayatı kararacak diye hiç düşünmeden; sonra pimini çekiyor bombanın...
Görev yerine getirildi... Dehşet yaratıldı. Korku, panik ve bu duygulara eşlik eden intikam duyguları. Eğer bombanın pimini çeken bir meczup değilse böylesine insanlık dışı bir şey ancak görev(!) olarak yerine getirilebilir.
Onun görevi buysa, benim görevim de vahşetin bu zavallı memuruna karşı yaşamın bir memuru olarak direnmek olmalı dedim. Memurca, yani içimdeki bıkkınlık hissine karşı bir memur soğukkanlılığı, görev duygusuyla direnmek. Tıpkı alevlerden kaçmayıp dehşetin üstüne giden, cehennemin içine dalan bir itfaiye eri gibi.
Mademki birileri terörle aklımızı, duygularımızı çelmek istiyor, böyle yapmayı “görevi” olarak görüyor, o halde ben de bıkkınlık duygusuyla pasifize olmaya “hayır” demeyi görevim haline getirmeliyim.
“Daha birkaç yazı öncesinde, kurşun vızıltıları altında, silaha rağmen sözümüzü söylemeliyiz diyen ben değil miydim? O halde devam...” dedim kendime.
Hayatlarını kaybeden masum insanlara karşı görevimizi yerine getirebilmek için de intikam duygularına kapılmaksızın teröre direnmenin yolu bu.
Siyaseti masum insanlara dönük şiddet eylemleriyle yönlendirmeye çalışmak amasız fakatsız terör eylemidir. Kim yaparsa yapsın, ister bir siyasi hareket, bir grup isterse devlet fark etmez, ikisi de terör eylemidir sonuçta.
Terörün gerçekleri örtmesine izin vermemeli.
Şiddetin her türü hangi gerçeklere ve bu gerçeklerin doğurduğu nedenlere dayalı olursa olsun yanlıştır ve savunulamaz. Bu nedenle haklı bir davaya dayanıyor diye PKK şiddeti hiçbir nedenle masum ya da daha az günahkâr görülemez. Ne var ki, bir başka yanlış da yapılıyor. Şiddet eylemlerine bakarak gerçekleri eşitleme yanlışıdır bu.
PKK gerçeği yalnızca şiddet eylemlerine bakarak tarif edilemez. Dünkü PKK ile bugünün PKK’si gerçeği aynı değil zira. “PKK terör örgütüdür” dediğinizde bu örgütü şiddet yoluyla tasfiye etmekten başka bir yol yok demiş olursunuz. Tasfiyeye kalktığınızda ise şiddetle karşılaşırsınız. Bu şiddet silahlı mücadele ile sınırlı kalmıyor, dağdan şehre iniyor. İster PKK yapsın ister başkaları, ortam teröre açık hale gelmiş oluyor. Öte yandan aynı nedenle devlet terörü için de ortam hazırlanmış demektir, zira teröristle savaşan devlet için her yol mubah görülüyor. 12 Eylül 1980 sonrasında durum bu değil miydi? Faili meçhul cinayetler böyle bir ortam yaratılarak işlenmedi mi? Şimdi yargı önünde sancılı biçimde faili meçhuller aydınlatılmaya çalışılıyor.
Diğer yandan Türkiye Kandil’i bombalıyor ve sınırötesi kara harekâtı hazırlıkları var. Yeni KCK tutuklamaları yapılıyor. Bunlar Kürt özgürlük hareketini tasfiye düşüncelerini doğuruyor. Bütün bunlar şiddeti tahrik eden nedenler değil midir? Bunları görmezden gelip yalnızca PKK şiddetini lanetlemek vicdanları avutabilir ancak. Kürt sorunu karşısında tarihsel olarak da güncel koşullarda da sorumlu olan devlettir, iktidarlardır. Yapılması gereken her şey yapıldı denemez.
Dünün Kürt sorunuyla Kürt özgürlük hareketinin yükseldiği bugünün gerçekleri nasıl aynı değilse, siyasi iktidar da aynı değil. 12 Eylül rejimiyle bugünün AK Parti iktidarını aynı gören, “faşist” olarak niteleyen zihniyet de sapı samana karıştırıyor. Aynı olmadığı için, AK Parti iktidarının buna muktedir olduğunu gördüğümüz içindir ki “daha fazla demokrasi” talebini ileri sürebiliyoruz.
İster devlet adına ister hükümet adına görüşülsün, bu görüşmelerin yapıldığı yerde dışa karşı “PKK terör örgütüdür” tekerlemesinin devam etmesi veya “AK Parti faşisttir” denmesi bana bu görüşmelerin iki taraf açısından da bir zihniyet değişikliği eşliğinde yapılmadığını gösteriyor. Başka deyişle daha fazla demokrasi talebimizin altı henüz yeterince doldurulabilmiş değil.
Terör ve şiddet eylemleri ise işte bu zihniyet değişikliğinin gerçekleşmesinin önünü kesiyor. Öyleyse her şeye rağmen bıkkınlığa kapılmadan daha fazla demokrasiyi savunmak gerek.
Yorum Yap