- 6.07.2011 00:00
Bir hafta aradan sonra yine beraberiz. Yaklaşık yedi yıldır hiç ara vermeden gündelik gazete yazısı yazmaktayım, uzun süredir bildik siyasetin yakıcı radyasyon etkisi dışına çıkıp biraz serinlemek ihtiyacı duyuyordum. Hani zaman zaman kafanızı içinde binlerce arının vızıldadığı bir arı kovanı gibi hissedersiniz ya işte öyle bir şey. Biraz huzur, biraz sükûnet arayışı... Fizik olarak dinlenme değil, bedeninizin değil ruhunuzun dinginlik, huzur, kendi kendinle kalma ihtiyacına yanıt vermek isteği gibi bir şey, işte böyle bir şey...
Bizim gibi insanlar dünyayı evlerinde bırakarak bir yerlere kaçamazlar. Pantheon’un Tanrıları, Atlas’a yükledikleri gibi o insanların çelimsiz omuzlarına dünyayı yüklemiş bir kere ne yapsanız da nafile. Çocukça ve safça ve belki de biraz aptalca bir sorumluluk duygusuyla dünyanın kendilerinden sorulduğu vehmi içindedirler. Her ne kadar tersini söylesek de biz olmasak işlerin kötüye gideceği duygusunu bir yanılsama olarak bilinçaltı derinliklerimizde hissederiz hep. Bilincimiz bunun böyle olmadığını, dünyanın Sultan Süleyman’a bile kalmadığını söylese de...
Bu duyguyu iyi-kötü ölçeğine vurarak yargılamıyorum, yalnızca bir durum saptaması yapmak benimkisi. Ama bu durumun iyi ve kötü denebilecek sonuçları oluyor elbette. Kendimizi, düşüncelerimizi, tezlerimizi öylesine önemsiyoruz ki, bu önemseme hali farkında olmayarak da olsa kaçınılmaz biçimde karşımızdaki diğer düşünceleri, tezleri görmeyi, kavramayı önlüyor, araya perde oluyor. Senin düşüncen önemliyse öteki önemsiz oluyor ister istemez. Ama incelmiş entelektüel maharetlerimiz, abur cuburla dolu laf dağarcığımız, bilgiçliklerimizle ötekini küçümseyen burun büyüklüğümüzü, bu tatsız taamı değişik soslarla örtüp tatlandırabiliyoruz. Sonra da kendi renklerine vurgun tavus kuşu misali ortalarda kabararak dolaşıyor, herkesin bizi görmesini, anlamasını, bize gelmesini bekliyoruz. Onları görmeyi, onları anlamayı ve onlara gitmeyi değil.
Ölümlü olduğumuzu biliyoruz elbette, ama bunu bilmek büyüklük hastalığımıza çare olmuyor. Ölümlü varlık olmanın farkındalığı ve çaresizliğiyle ölüme karşı durmak, meydan okumak isteyen insanoğlunun kendisi, kendi elleriyle ölümsüz tanrıları, putları yaratmadı mı? Sonra da gelsin tanrı-krallar, tanrılaştırılmış tiranlar, büyük şefler, liderler, önderler...
Küçüklüğümüzü anlamak için ille de ezilmek mi gerekliydi? Sonra da kurtuluşumuzu ezilmişliği yüceltmekte görmek mi? İnsanlık tarihi öyle oldu ama öyle olmak zorunda mıydı? Şimdiden sonra da öyle mi olmalı? Yoksa yepyeni bir başlangıç üstüne mi düşünmeli? Merkez de ne tanrıların, ne insanın olduğu hatta merkezin bile olmadığı yeni bir dünya-evren-insan tasavvuru...
Gökyüzünü de yeşille kaplamış her yanı yeşile kesmiş yeşil dünyayı ve onun içinde doğup aşağı doğru dökülen muhteşem suyu seyrederken bunları düşünüyorum. Ucu görünmeyen ve gerçekten yüce demeyi hak eden yeşil bir dağın tepesinden aşağıya bir saçın telleri gibi dağınık gümüş simler iniyor, bembeyaz köpüklerle birleşiyor. Her yanı ince bir tül gibi saran sis içinde karşınızda duran şey yeşilin gelini olan suyun, gümüş teller takılmış tülden duvağı. Gelin duvağı. Hangisine şaşacağınızı şaşırıyorsunuz. Gerçekten gelin duvağı benzetmesi dışında başkaca tanımı mümkünsüz bu doğa harikasına mı yoksa bu benzetmeyi yapabilmiş olan yöre insanının muhteşem estetik duygusuna mı? Hangisine?
İşte orada temaşa sözcüğü tam yerini buluyor. Seyretmiyor, içine dalıyor ve onunla severek bütünleşiyorsunuz. Küçük bitkilerden, sarmaşıklardan, çiçeklerden, taşlardan, ağaçlardan, böceklerden, irili ufaklı canlılardan oluşan o ölçülemez muazzam büyüklük içinde küçüklük-büyüklük kavramı, ölçütler, ölçmeler, tarifler imkânsızlaşıyor. Yaşam ve ölüm paradoksu da anlamını yitiriyor. Yaşamın ve ölümün sınırı kayboluyor, her şey, ölüm de canlı doğa için çünkü. Tek bir şeyi fark ediyor insan: Doğanın mucizevî uyumunu. Sizi kendisine çağıran ve parçası olduğunuzu hatırlatan uyumu.
Hatırlamak da gerekiyor. İnsan doğanın tek aykırı yaratığı zira. Doğanın farkında olan varlık. Farkındalık meyvesini yediği için cennetten kovulan ama kovuluşunun ya da insan oluşunun farkındalığını da bu mitolojik öykü ile dile getirebilen yetenekli yaratık.
Bilgisayarımı bırakmış, cep telefonumu bile bu süre boyunca hiç açmamıştım. Açtığımda bildik dünyaya yeniden döndüm. Çok sevdiğim insan, yoldaşım, hapishane arkadaşım Nevzat Deringöl’ün ölüm haberini aldım. Hayatını ince derinliklerde anlamlı yaşamış biri olarak ona güle güle git Nevzat diyorum.
Artık doğanın uyumlu bir parçası olma dinginliğine kavuştun...
nabi.y@superonline.com
Yorum Yap