- 26.05.2011 00:00
Geçen cumartesi günü Taksim Meydanı’ndaydım. Taksim Anıtı önünde kalabalık bir gurup seçiyorum uzaktan. “Bunlar da kim” diyor, yaklaşıyorum guruba. Çerkeslermiş meğer. Onlar da bayrak kaldırmışlar, “bizler de varız” diye.. Varlar elbette, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Araplar ve Türkler gibi onlar da varlar bu ülkede. Hep birlikte varız. Hem bizler de varız diyor hem de Çarlık Rusya’sında yapılan Çerkes soykırımını hatırlatıyorlardı.
Yarım kan Çerkes olduğumu biliyorum. “Kan” diyorum da tuhafıma gidiyor, şimdiye dek hiç umurumda olmadı, şimdi de değil. Ne demek kan, benim damarındaki kanın bir Kürt’ün, bir Ermeni’nin kanından farklı bir bileşimi mi var? Benimki kırmızı da onlarınki yeşil, mavi, sarı mı? Bir hastaya kan arandığı zaman, Rum, Yahudi, Ermeni, Kürt, Türk kanı mı aranır, yoksa ‘A’ Rh pozitif veya negatif ya da ‘AB’, ‘O’ gurubu kan mı?.. Öyleyse “yarım kan” lafını bırakıp “Çerkes ana, Türk babadan doğma ben” demeliyim.
Çocukluğumda Türk olduğu halde babam beni Çerkeslerle tanıştırmıştı. Köylerine götürmüş, düğün alaylarına katılmıştım. Daha fazlası annem tarafından dedemi, dayılarımı biliyordum; Çerkesçe konuşurlar, türkü söylerler, saz çalarlar, erkekleri başlarında yanan çelenkle düğün meydanında dönerlerdi. Sonraları solcu olduğumda tüm bunlar silinmişti hafızamdan. Şimdi yine solcuyum ama unuttuğum çocukluk anılarım depreşiyor işte.
Geçenlerde Taraf’ta Alper Görmüş de Çerkesleri gündeme getirmişti, ardından Cem Sey de yazdı. “Alper Görmüş ve Enver Sağlam sayesinde Çerkes Soykırımı ve Türkiye’de yaşayan Çerkesler biraz olsun gündeme geldi. İkisine de teşekkür ediyorum. Çünkü –en azından teoride- ben de Çerkes’im” demiş ve yazısını “Rus Çarlığı’nın Çerkesleri soykırıma tabi tutmasından 150 yıl sonra, büyük ölçüde unutulmuş ve dünyada pek kimsenin dikkate almadığı bu soykırımın da artık araştırılmaya, konu edilmeye başlanacağını ve Çerkes halkının tarihte yaşadığı acıların da herkes tarafından samimiyetle paylaşılacağını umarım” diyerek bitirmişti. Bu umuda ben de katılıyorum.
Çerkeslerin renkli mitinglerini fazla seyredemedim, zamanım yoktu Taksim Hill Oteli’nin konferans salonunda Cihan Tuğal’ın “Pasif Devrim/ İslam’ın düzenle bütünleşmesi” üstüne konferansı vardı ve ben de bu konferansın moderatörüydüm, konferansa yetişmek üzere Çerkeslerin yanından ayrılıp hızla toplantı salonuna yöneldim.
Taksim, İstiklal Caddesi rengârenk; hem insan kalabalığı hem siyasi gösteriler açısından çok renkli. Hemen her siyasi partinin bir köşede seçim standı var, ama kimse kimseye saldırmıyor. Geçmişte böyle bir şey asla mümkün olamazdı. Bir CHP standıyla veya sol parti ile bir MHP standının yan yana durması düşünülemezdi bile. Ama şimdi hepsi yan yanalar ve kendi partilerinin, bağımlı-bağımsız adaylarının propagandalarını yapıyorlar, gelen geçene bildirilerini dağıtıyorlar. Aynı duruma Üsküdar Meydanı’nda da şahit oldum.
Düşündüm. Halkın siyasal kültünde bir şeyler iyi yönde değişmekte ama siyasetin kendisi bu değişimin gerisinde olduğu gibi olumsuz rol de oynuyor. Seçim günü yaklaştıkça liderlerin ağzı daha da bozuldu. Gerilimi arttırmada fayda görüyorlar.
Taksim’de insan kalabalığı, otelin altında ise bizler yukarıdaki kalabalığı anlamlandırmaya, siyaseti, değişimi yorumlamaya çalışıyoruz. Çok güzel bir fikir alışverişi yapıyoruz. Birbirimizin ne dediğini anlıyor, farklı düşüncelerimiz üstünde yeniden düşünme gereği duyuyoruz. Üstümüzde çok renkli bir kalabalık, gelip geçiyor, oturup kalkıyor, yiyip içiyor, bağırıp çağrışıyor yani hayat kilimini dokuyor; biz de altta bu kilimin ilmeklerindeki sırları çözmeye çalışıyoruz. Entegre düşünceler...
Kendi kendime “doğrusu güzel bir gün yaşıyorum” dedim.
Entegrasyonu yalnızca bir toplumda varolan etnik sorunlar açısından düşünmemek gerek. En genelinde insan-insan ilişkisi içinde de geçerli. Farklılıkların birarada ama birbirlerine değmeden değil değerek, birbirlerini çoğaltarak yaşayabilmeleri için entegre ilişkilere gerek var.
Geçen yazımda değindiğim Sayın Nur Vergin’in makalesi de bu konu üstünde duruyor. “Entegrasyon, içine kapanıp, uyumsuzluğu bir kişilik göstergesi olarak algılayıp marifet zannetmenin ve bu yolla kaçınılmaz olarak dışlanmaya yelken açmanın antitezi olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın getto hayatı sürmesini kendisine reva görmemesine dayanıyor. Topluma uyum sağlamak başı eğik bir kişiliksizleşme değil. Kendini reddetmek de değil. Ürkek bir konformizm hiç değil. (...) Burada tabii, anahtar rol oynayan kavramlar gönüllü olmak ve özgür irade. Bunlar entegrasyonu asimilasyondan ayırt edici temel kriterler.”
Böyle diyor Nur Vergin. Çok haklı bence.
nabi.y@superonline.com
Yorum Yap