- 3.02.2016 00:00
Yargının taraflı ve bağımlı sıradan bir devlet dairesi olduğu artık sağır sultan bile biliyor.
Reza Zarrab’ı tutuklayan ABD savcısı Bharara bile Zarrab’ın kefaletle tahliyesi istemine mealen “bırakırsak Türkiye’de rüşvetle işini görür” diye mahkemeye mütalaa verdi.
Anlayacağınız dünyaya bu alanda nam salmış ünlü bir yargımız ve dolayısıyla bir idaremiz var.
Yargı’da geçmişten bugüne yapılan kimi anketlerde bu ve benzer sonuçları hep ortaya koyardı.
Bu sonuçlardan birisi “vicdanımızla cüzdanımız arasında sıkıştık” idi.
Diğer bir sonuçta “devletinizin çıkarları ile hukukun ilkeleri arasında karar vermek zorunda kalırsanız tercihiniz ne olur?” sorusuna da cevap olarak devletin çıkarları verilmişti.
İşte bu sonuca bir anket sonucu gibi bakmanın daha ötesinde bir zihniyet olarak görmek gerekir.
Bunun siyasetteki tezahürü olarak okumak lazım Numan Kurtulmuş’un “yargı cumhurbaşkanlığına bağlıdır.” demiş olmasını.
Üstelik Kurtulmuş profesör ünvanlı bir siyasetçi, hemde başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü, eh bu düzeyde bir noktadan düşük profilli bu açıklamanın gelmiş olmasına bakıldığında siz varın diğer siyasi ve idari alt kademelerde kim bilir neler söyleniyordur.
İşte bu o zihniyetin yansıması.
Bu gelişmeyi yeni anayasa tartışmaları ile biraz daha genişletmekte fayda var.
Çünkü yeni anayasanın temelinin oluşturacak olan kuvvetler ayrılığı veya denge denetleme sistemi bu tartışmayla daha da önemli bir duruma gelmiş oldu.
Önce bakan düzeyinde ve profesör ünvanlı bir siyasetçi bile yargı ile cumhurbaşkanı arasındaki ilişkiyi “bağlılık” olarak ifade ediyorsa ki, bu aynı zamanda yasama,yürütme gibi kuvvetlerinde cumhurbaşkanına bağlı olduğu anlamına gelir.Ve yetmez bu bağlılık ayrıca dördüncü kuvvet medya ve hatta STK’ların bile bağlı olduğu anlamına kadar uzanan bir geniş çağrışıma ve hatta gerçekliğe tekabül eder.
O zaman bu tartışma gündemi üzerinden yeni anaysa ve kuvvetler ayrılığını özel olarak gündemde tutmak fayda var.
Önce bu duruma nasıl geldiğimize kısaca bir göz attığımız da yargının dünden pek farkı olmadan bugün yürütmeye veya Erdoğan’a nasıl daha bağımlı ve daha taraflı duruma gelmesinde 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliği ile olduğunun altını çizmemiz gerekir.
Bu anayasa değişikliği ile oluşturulan HSYK’nın eski yapısıyla arasında bir fark olacak diye niyet edilmiş olsa da aslında bugün geldiğimiz nokta açısından pek bir fark olmadığı görüldü.
Peki yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sistematize edebilen demokrasilerde bu nasıl olmuş ve neden bir asıra yakın bir zamandır böylesi bir yargı sistemi ve hukuk devleti oluşturamamışız.
Bu sorunun herhalde en mantıklı cevabı bizim böyle bir adalet/hukuk anlayışımız olmadığı gibi bu alanında yeterli olacak bir deneyime sahip olamadığımız sonucuna varıyoruz.
Yeni anayasa içinde yargının yürütme ve yasamaya karşı bağımsızlığını güçlendirecek hükümlerin yer alması bu tartışma ile daha da önemli hale gelmiş durumda.
Başta hakim teminatı olmak üzere yargı mekanizmalarından yürütmenin ayak izlerinin silinmesi gibi düzenlemelerin olmasının yanında adli kolluk kuvvetlerinin oluşturulmasının önemi ağır basan düzenlemelerin başında yer alıyor.
Ayrıca yargı kararları ile gerek evrensel hukuk ve gerekse de AİHM kararları arasında tam uyumun sağlanması düzenleyen maddeler ise işin diğer önemli yanını oluşturtuyor.
Adil yargılanma hakkı konusunda sabıkalı olan bir ülkenin yeni anayasasında bu düzenlemelerin sadece güçlü bir hukuk devleti için değil güçlü ve rekabet edebilir bir ekonomi içinde yaşamsal düzeyde olduğu bilinmelidir.
Bu bize “üstünlerin hukuku” olarak tanımlayabileceğiz bir durumdan “hukukun üstünlüğü” düzenine geçilmesi gibi bir tarihsel sorumlulukla karşı karşıya bulunduğumuzu gösteriyor.
Cinnet geçirmek üzere olduğumuz bu ülkede hukuk devletine ve adalete oldukça fazla ihtiyacımızın olduğu günlerde bu yazıyı yazıyorum.
Neden, çünkü biz yokuz “o” var.
MUSTAFA PAÇAL / HABERDAR
Yorum Yap