- 17.09.2015 00:00
1999 yılı sonunda AB Konseyi tarafından tam üyeliğe aday adayı olarak kabul edilen Türkiye, AB düzeyinde bu elde ettiği statüyle hem AB ilişkilerinde tüm zamanların en prestijli statüsünü kazanıyordu ve hem de diğer yanıyla demokratikleşme açısından önemli bir sorumluluğu üstleniyordu.
İktidarda bulunan DSP, MHP ve ANAP’tan oluşan koalisyon hükümeti demokratikleşme için 2001 yılında yapılan anayasa değişikliği dâhil idam cezasını da kaldırarak sürece destek veriyorlardı.
Yine bu koalisyon hükümeti, MGK toplantısında anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla başlayan Kasım 2000 ve Şubat 2001 ekonomik krizleri sonrasında IMF ile bir stand-by anlaşması yapmış ve bu anlaşma sonucu yaklaşık 50 milyar dolar kredi desteği elde etmiş ve ayrıca bu anlaşma gereği Merkez Bankası’nın özerkliği ve bankacılık sisteminde bir dizi reformların yapılmasını, ve çeşitli piyasaların düzenlenmesi ve kamu ihale rejiminin değiştirilmesi gibi ekonomide önemli yapısal adımlar atılmasını sağlamıştı.
Bu ekonomik değişikliklerin sağlanmasında atılan radikal adımların mimarlığını Ecevit tarafından göreve davet edilen Kemal Dervişoğlu yapmış ve bu reform yasaları “Derviş yasaları” olarak adlandırılmıştı.
2002 Kasım seçimlerine gelindiğinde Ecevit hükümeti, arkasında her açıdan bir enkaz bırakmış olsa da; bu enkazın nasıl orta yerden kaldırılacağının da yollarını açmıştı.
Seçimler sonucu hükümet olan AKP kucağında böyle bir Türkiye buldu.
Yani hem ekonomik ve demokratik bir enkaz vardı orta yerde ama hem de bu enkazı ortadan kaldıracak olanaklar da vardı.
Neydi onlar; demokratikleşmek için AB çıpası, ekonomik olarak toparlanmak için IMF ile yapılan stand-by anlaşması…
AKP bu olanakları iyi değerlendirdi ve Türkiye ekonomik olarak toparlanırken demokratikleşme alanında da yol almaya başladı.
Bu süreç Türkiye’yi 2005 yılında AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayan aday ülke statüsüne getirdi.
Türkiye bu siyasi pozisyonun avantajlarını toplamaya başlamıştı.
Türkiye’ye olan güven dünyada artmış, nerdeyse son elli yılda gelen dış yatırımın fazlası bir yıl içinde gelmiş ve ekonomi hızlı bir şekilde büyümüştü.
Bu ekonomik performans Türkiye’nin 2008 küresel krizini daha az hasarla kapatmasına da neden olmuştu.
Demokratik reformların yapılmasında oldukça istekli görünen Erdoğan ve AKP diğer yandan ise askerî vesayetin baskılarına karşı direnmek durumunda kalıyorlardı.
Nitekim 2007 yılından ordu tarafından verilen “e-muhtıra” aslında demokratikleşme ivmesine karşı verilmiş olsa da hükümetin muhtıraya karşı direnmesi aksi etki yarattı. Cumhurbaşkanı seçimi krizi ile birleşen muhtıra sürecinin akabinde yapılan genel seçimleri kazanan AKP, 2008’de kapatılma girişiminin yarattığı mağduriyet sonucu 2011 seçimlerini de neredeyse her kullanılan iki oydan birisini alarak kazandı.
Diğer yandan ise Kürt sorununun çözümü de aslında demokratikleşme sürecinin olmazsa olmazı olarak gündemdeki yerini koruyarak çözüm talebini dayatıyordu.
Oslo görüşmeleriyle başlayan diyalog sürecinin zaman içinde işbirliği sürecine dönüşmesi herkes için umutlu gelişmeler olarak kabul edildi.
2013 yılında başlayan “çatışmasızlık süreci” 7 Haziran seçimlerine kadar geldi.
Şimdi buraya kadar yazdığım Türkiye’nin yerinde artık yeller esiyor.
Ne çözüm süreci, ne AB ilişkileri, ne yeni anayasa arayışı kaldı, ne ekonomik istikrar ve ne de bölgesel ve uluslararası itibar…
99 yılından başlayıp bugüne kadar olan 15 yıllık sürecin bugün dip toplamı Erdoğan bizi aldığı yere geri getirdi.
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap