- 29.01.2015 00:00
Sendikalar güç kaybediyor. Sendikalı işçi sayısı azalıyor. Sendikalaşma oranları düşüyor.
Bunun nedenlerine girmeden önce geçtiğimiz günlerde yayımlanan Çalışma Bakanlığı sendikal istatistiklerine bakarak Türkiye sendikal hareketinin genel durumunu birlikte görmekte fayda var.
Çalışma Bakanlığı’nın yasa gereği olarak yayımladığı sendikal istatistiklere baktığımızda on iki milyon iki yüz bine yakın işçinin yaklaşık bir milyon üç yüz bini sendikalı gözüküyor.
Bu da oransal olarak kayıtlı işçilerin yüzde on biri sendikalı anlamına geliyor.
Yalnız burada önemli bir ayrıntının altını çizmekte fayda var.
Yaklaşık bir milyon üç yüz bin işçinin hemen yarısı henüz toplu iş sözleşmesini hakkını kullanamıyor.
Böyle bakıldığında ise sendikal haklardan yararlanan işçi sayısı yüzde beş veya altıları geçemiyor.
Türkiye için sendikalaşmadaki bu tablo açıkça sendikal hareketin örgütlü durumunun oldukça zor bir durumda olduğunu gösteriyor.
Aslında gelişmekte olan ülkeler için de bu tablo pek farklı gözükmüyor.
OECD istatistiklerinde de ortalama sendikalaşma oranları bu tablo gibi yüzde onlar seviyesinde geziyor.
Yalnız bu arada sendikalaşma oranları yüksek olan ülkeler yok değil. AB üyesi ülkelerde ve özellikleİsveç, Norveç gibi İskandinav ülkelerinde yüzde elli oranlarında sendikalaşmaya rastladığımız gibi, ha keza Kuzey Kore, Çin gibi sendikalaşma oranlarının yüzde doksanlara kadar çıktığı hâlde sendikal hakların devletin baskıları sonucu özgürce kullanılamadığı ülke örnekleri de bulunuyor.
Soru şu; sanayi devrimi sonrası kendi örgütlenme dinamiğini yaratarak ortaya çıkmayı her türlü baskılara rağmen başarmış olan sendikal hareket, yüzyılı aşan mücadele yolculuğundan sonra içine düştüğü bu zor durumdan nasıl çıkabilecek?
Bu soruya cevap vermeden önce sendikal tarihe bir göz atalım.
Sendikal örgütlenme sanayi devrimi sonrası işçilerin ağır çalışma ve yaşama koşulları altında toplumsal alanda kendine yer açtı.
Sanayi çağı döneminde hem işçilerin sosyo-ekonomik sorunlarının çözümünde ve hem de demokrasi mücadelesinde hayati başarılara imzasını attı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları döneminde oldukça güç kaybeden sendikalar İkinci Dünya Savaşı sonrasında yine mücadele bayrağını yükselterek toplumsal ve siyasal alanı sarstılar.
Genellikle sol ve sosyal demokrat partilerle güç ve eylem birliği yapan sendikalar siyasi mücadele alanlarında da etkili oldular.
Soğuk Savaş döneminin kapalı ekonomik yapılanmalarının da sağladığı avantajlarla örgütlü durumunu koruyan sendikalar, bu dönemin seksenlerin ikinci yarısından sonra değişmeye başlamasıyla kendilerini öncekinden farklı bir dünyada buldular.
İki kutuplu dünyanın ekonomik ve siyasi kuralları değişmeye başladı.
Üretim teknolojileri ve ilişkileri değişti. Nitelikli emek, kaliteli üretim, verimlilik, inovasyon ve esnek çalışma gibi kavramlar tartışılmaya başladı.
Neo-liberal ekonomik uygulamalar hemen tüm ekonomiler için geçerli oldu. Piyasa ekonomisi, kapalı ekonomilerin tek seçeneği durumuna geldi.
Bu dönemin en büyük kavgası özelleştirme uygulamaları alanında yaşandı.
Özellikle İngiltere’de 80’li yıllarda Margaret Thatcher döneminde madenler özelleştirildi ve sendikalar bu mücadeleyi kaybettiler. Bu kırılma sonrasında pek çok ülkede sendikalar bu neo-liberal saldırı karşısında kaybetmek zorunda kaldı.
Soruya dönecek olursak; sendikalar kendi içinde açık, demokratik bir yapılanmaya gidemezse, özgürlükçü bir demokrasi için mücadeleyi göze alamazsa, iş güvencesi/ verimlilik temelli ücret politikaları geliştiremezse, ulusal, bölgesel ve küresel işbirliklerini güçlendiremezse daha da güç kaybedecektir.
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap