- 18.12.2014 00:00
17-25 Aralık yolsuzluk ve hırsızlık sürecinin sene-i devriyesine ramak kala Zaman ve STV’ye karşı başlatılan hukuk dışı saldırı, bir kez daha demokratik hukuk devleti ve basın özgürlüğünün neresinde olduğumuzu bize ve cümle âleme göstermeye yetti de arttı bile…
Daha geçtiğimiz hafta başı AB heyetinin ağırlayan hükümet ve Cumhurbaşkanı AB ile ilişkilerin yeniden canlandırılması, yeni müzakere fasıllarının açılmasını konuşurken bugün geldiğimiz nokta, tam bir “cinnet” hâlini gösteriyor.
AB müzakereleri sürecinde olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı bir hafta içinde bu yapıcı siyasi pozisyondan “Acaba AB bizi alır mı, almaz mı? Bizim böyle bir derdimiz yok. Aklınızı kendinize saklayın” durumuna kendini nasıl getirir inanılır gibi değil.
Bu gelişmeler Türkiye’yi bir kez daha gerek AB düzeyinde ve gerekse ABD düzeyinde demokratik hukuk devleti ve basın özgürlüğü bakımından zor duruma getirdi. AB ve ABD’den çok sert tepkiler geliyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü 2014 Yılı Küresel Raporu’nda “Türkiye insan hakları alanında endişe verici bir gerileme yaşıyor” tespitini yaptıktan sonra, Türkiye’yi basın özgürlüğü alanında 197 ülke arasında 134. sıraya, hukukun üstünlüğü alanında ise 99 ülke arasında 59.sıraya koymuştu.
Bu durumda özellikle basın özgürlüğü alanında ise Güney Afrika ve Angola gibi kimi Afrika ülkelerinin gerisinde olduğumuzu da ayrıca belirtmek isterim.
Kamuoyunda “yargı paketi” olarak bilinen ve yapılan kanuni değişiklikle getirilen savcıların soruşturma açmasında “makul şüphe” gibi evrensel hukuk ölçülerine hiç uymayan düzenlemenin kabulünün hemen akabinde ve 17 Aralık’a üç gün kala Zaman ve STV baskınları ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Neden?
Bu gelişmelerin sanki bir merkezden hazırlandığı ve düğmeye basıldığı anlaşılıyor. 17-25 aralık yolsuzluk ve hırsızlık skandalının ortaya çıkmasından sonra siyasi iktidar adeta bir diktatörlük rejimi gibi hukuk tanımaz saldırılarına devam ediyor.
Daha önce bu ve benzer nedenlerle gözaltına alınan sayısız sayıda emniyet görevlisi daha sonra delil yetersizliğinden serbest bırakılmak zorunda kalındı.
Şimdi ise “makul şüphe” üzerinde hukuki karşılığı olmayan bir karar oluşturarak özellikle Zaman ve STV gibi yayın organlarına devletin el koymasının önünün açılacağı endişesi yaşanıyor.
Zaman ve STV baskını sonucunda yapılan gözaltılardan sonra Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’nın soruşturmaları sürüyor.
Soruşturmayı yürüten savcılığın basına yansıdığı kadarıyla gözaltına alma gerekçesinde hukuken hiçbir somut delil görülmüyor.
Ülkemiz demokratik hukuk devletine rahmet okutacak kara bir dönemden geçiyor.
Bu “cinnet hâli” hiçbir şekilde sürdürülebilir değildir.
Bu “düşmanlık iklimi” toplumsal bir çatışmaya ve kaosa neden olur.
Hele hele bu gerginlik ortamı içinde genel seçimlere giden bir ülkede olabilecekleri tahmin etmek bile istemiyorum.
Bu nedenle hükümetin ve yargının bu süreci masumiyet karinesi, adil yargılama hakkı ile basın özgürlüğü gibi evrensel hukuk ölçüleri içinde yürütmesi dikkatle izlenecektir.
Daha önceki Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında görüldüğü üzere adli ve hukuki hatalara artık tahammül kalmamıştır.
Türkiye’nin özgürlükçü bir demokrasiye ve zengin bir ekonomiye ihtiyacı var.
Yoksa geçmişten bildiğimiz bu tür ara rejim, kara rejim dönemlerinden ne halkımıza, ne ekonomiye ve ne de geleceğimize bir yarar gelmiştir.
İşte 1945 Tan Matbaası baskını ve talanı, işte 1993 Özgür Gündem Gazetesi’nin bombalanması, bu olaylar farklı zamanlarda, dönemsel siyasi hesaplaşmalara bağlı zorbalıklar olarak tarihteki yerlerini aldılar.
Zaman Gazetesi ve STV baskını da gelecekte aynen böyle anılacak…
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap