- 25.09.2014 00:00
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda dağılmasıyla birlikte İngiltere ve Fransa arasında 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması ile yeniden şekillenen Ortadoğu, 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasıyla yeni bir siyasi konjonktüre giriyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda sınırları yeniden çizilen Ortadoğu’da, 1967 yılında patlak veren Arap-İsrail savaşı sonucunda kurulan bugünkü harita, genel olarak Soğuk Savaş yıllarında korunarak bugünlere gelindi.
ABD ve SSCB Soğuk Savaş yıllarında daha çok bölge siyasetinde etkili olacak projeler üzerinde çalışarak, genelde sınırların ulus ve mezhep ekseninde yeniden çizilmesine karşı çıkarak bunu bir BM politikası olarak karşılıklı kabul ettiler.
ABD, Sovyetler’e karşı Bağdat Paktı, CENTO gibi siyasi ve askerî ittifakların üzerinden bölge siyasetinde etkili olmaya çalışırken, Sovyetler Baas hareketine destek vererek bölge siyasetini etkilemeye çalışıyordu.
1979 yılında İran İslam Devrimi ve SCCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi sonucunda bölge siyasetinde kartlar yeniden dağılmış oldu.
Bu iki önemli siyasi gelişmenin bölge siyasetinde en belirgin etkisi otoriterliğin ve her türden dinî ve ideolojik farklılığın daha da kutuplaşması olarak kendini gösterdi.
Türkiye, Mısır gibi bölgenin etkili ülkelerinde kendini gösteren askerî darbeleri bu gelişmenin siyasi etkileri içinde görmek lazım.
Ayrıca İran İslam Devrimi’ni ihraç etmek isteyen molla rejiminin bölgede mezhep savaşlarının ortaya çıkmasında etkileri biliniyor.
On yıl süren İran ve Irak savaşı arkasından 1991 yılında başlayan Irak-Kuveyt arasındaki Körfez Savaşı aslında bugünkü bölgesel gelişmeleri de ateşleyen olaylara zemin hazırlayan savaş oldu.
Türkiye Körfez Savaşı için her ne kadar “bir koyup, üç alma” hesabını yapmış olsa bile evdeki hesap çarşıya uymamış ve özellikle ekonomik olarak bu savaştan zararlı çıkılmıştı.
Son olarak 2010 yılında Tunus’tan başlayan “Arap Baharı” süreci Tunus, Libya, Mısır ve Yemen gibi ülkelerde rejim değişikliklerine neden olduğu gibi bölgenin her bakımdan yeniden yapılanmasını tekrardan gündeme getirmiş olsa da bu sürecin tersine etkileri de günümüzde ortaya çıktı.
Türkiye Ortadoğu siyasetinde tüm Soğuk Savaş yılları boyunca “Batı” yaklaşımları ve örgütlenmeleri içinde yer aldı.
Bağdat Paktı ve CENTO içinde olduğu gibi 1949 yılında Avrupa Konseyi kurucu üyeliği ile 1952 yılında NATO üyeliği ve 1959 yılında AB üyeliği için başvuru ve 1963 Ankara anlaşmaları bütün bu sürecin köşe taşlarını oluşturdu.
Türkiye bugüne kadar ortaya koymuş olduğu bu görünümün dışına çıkan bir görünüm vermeye başladı.
İsrail ile bozulan Mısır ile devam eden bu durum aslında tüm zamanlarda yaşadığımız türden gelişmeler değildi.
Bu durum Türkiye’nin bölgede geçmişte farklı bir strateji izlediğinin ipuçlarını taşıması bakımından önemliydi.
“Yeni Osmanlıcılık” diye formüle edilen bu bölgesel stratejik politika “Batılı” ülkeler ve kurumlar tarafından da fark edildi.
Son NATO toplantısında bunlar yapılan görüşmelerde bir kez daha hatırlatıldı.
Şimdi IŞİD terörüne karşı bir uluslararası koalisyon oluşturuldu.
Türkiye “rehine hikâyesi” ile bu koalisyon mutabakatı içinde yer almak istemedi.
Erdoğan aynen “NATO’nun Libya’da ne işi var” dediği günlerdeki gibi “Türkiye’nin IŞİD karşısında ne işi var” dedikten sonra olanlar oldu.
Rehineler “MİT tarafından” kurtarıldı.
Peşinden Erdoğan BM toplantıları için ABD’ye gitti.
Biden ve Kerry ile görüştükten sonra “Türkiye IŞİD’e karşı askerî ve siyasi neyse hepsini yapacak” dedi.
Buna siyaseten “U dönüşü” dense de, bu açıklama geç ama Türkiye’nin bölge siyaseti için yerinde bir açıklama oldu.
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap