- 13.02.2014 00:00
Türkiye’nin kaotik siyasi gündemiyle, ekonomik ve toplumsal gündemi birbirleriyle zıt yönde hareket ediyor.
Bu durum her alanda gelecek açısından karamsarlığı artırdığı gibi, ortaya çıkabilecek yeni umutların da olgunlaşmasının önünü kesiyor.
Düşünsenize hükümetin Gezi eylemleriyle baskılarını yoğunlaştırması, 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla daha da artmış ve bunun siyasi ve hukuki alana yansıması tam bir kaotik ortam yaratmıştır.
Hükümet artık yürütme ve yasama gücünü, yargıyı ve toplumsal yaşamı, bir yandan yolsuzluklar nedeniyle içine düştüğü durumdan çıkmak için, diğer yandan ise gelmekte olan seçimlerin sonuçlarını lehine çevirmek için hukuk normlarını ve demokratik ölçüleri hiçe sayarak baskı altında tutmaya çalışıyor.
Devlet aygıtı içinde “paralel devlet” var diye sürdürülen kıyım ve buna rağmen henüz bir kanıta ulaşılamaması hükümetin, daha da hırçınlaşmasına neden olduğundan, anlaşılan o ki hükümet sürmekte olan bu kıyımın hem dozunu artırmaya ve hem de kapsamını genişletmeye daha istekli gözüküyor.
HSYK, İnternet ve Özel mahkemelerin kaldırılması hakkındaki yasal düzenlemeler her bakımdan hükümetin otoriterleşme yanının anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Bu durum sadece ülke içinde hükümete muhalif çevrelerin bir değerlendirmesi olmasının oldukça ötesinde reel bir duruma tekabül ediyor.
Fransa Cumhurbaşkanı ile başlayan Avrupa ziyaretleri ve arkasından Başbakan’ın gerek Brüksel ve gerekse Almanya ziyaretlerinde sonuç olarak kanaatler, Avrupa’nın, Türkiye’de demokratikleşme ekseninin kaymasına neden olan gelişmelerin düzeltilmesine yönelik ihtar ve teşviklerle geçtiği yönündeydi.
Hükümetin Ortadoğu politikasındaki açmazları da karakteristik olarak, iç siyasetteki “tek adam” benzeri nedenler üzerinden açıklanabilir durumda olduğundan, içeride bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında “ne yapacağını” tam olarak bilmeyen bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Bu durum hükümeti kendi siyasi konumunu sağlamlaştırmak için siyasi ve hukuki alanda içe dönük daha baskıcı bir rol oynamaya itiyor.
Hükümetin ekonomide, küresel ekonomik gelişmeleri dikkate almayan, seçimlerinde yaklaşması nedeniyle daha popülist politikaları gündeme getirmesi beklenebilir.
Başlangıçta da söylediğim gibi siyasi gündem ile ekonomik ve toplumsal gündemler birbiriyle uyumlu durumda değil demiştim.
Bunu uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da söylüyor. Son olarak S&P Türkiye’nin notunu durağandan negatife çevirdi. Ancak kredi notunu (BB+) seviyesinde tutarak düşürmedi. Merkez Bankasının (MB) faizleri artırmasının arkasından gelen bu değerlendirme iki konuda dikkatimizi çekiyor.
Birincisi, S&P bu değerlendirilmesiyle Türkiye’nin yatırım ortamına “temkinli” bakılmasını istiyor. İkincisi ise sorunun hükümetin dediği gibi bir “faiz lobisi” işi olmadığını söylüyor.
Bu gelişme uluslararası diğer kredi derecelendirme kuruluşları olan Fitch ve Moody’s’in önümüzdeki günlerde Türkiye’nin kredi notu hakkından nasıl bir değerlendirme yapacağını daha da kritik hâle getirdi.
Bu arada şu faiz lobisi tartışmasını biraz açmak istiyorum.
Dünyada her ekonomi için, doğrudan yatırım yapmayan, özellikle yüksek faizden nemalanmak için belli vadeli giriş ve çıkışlar yapan spekülatif sermaye hareketleri olmuştur ve olacaktır. Bu tür sermaye gruplarına o ülkenin ekonomisini çökertecek olanakları, bugüne kadar o ülkenin hükümetleri vermiştir.
Nasıl mı; hem bu tür sermaye hareketleri için ekonomik bir zemin hazırlamışlardır ve hem de “bizi batırıyorlar” diye suçlamışlardır.
Yani hem yangını çıkaran kendileri, hem de bizi yakıyorlar diye bağıranlar da kendileri. Bu, hiç de inandırıcı bir hikâye değil, bu tür martavallara da kusura bakmayın kimse de inanmaz.
Türkiye’nin demokratikleşme süreci ile ekonomik kırılganlığı arasında önemli bir tamamlayıcı denge var.
Bu denge demokratikleşme ve özgürlükler bakımından bozulmaya yüz tutmuş durumda, bir de buna ekonomik belirsizlikler eklendiğinde sağlam otorite üzerinden dayatılan kaos ile karşı karşıyayız demektir.
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap