- 7.11.2013 00:00
Türkiye sosyal alanda, ekonomik gelişmesine paralel bir ilerleme sağlayamadı. Bunu hangi sosyal ölçülere göre sağlayamadığı ise oldukça açık, ILO (Dünya Çalışma Örgütü) Sözleşmeleri, Avrupa Sosyal Şartı (ASŞ) ve AB Komisyonu Direktifleri’ne göre sağlayamadı.
Ya da sağlamak istemedi.
Bugün Türkiye sosyal alanda sıradan bir Asya veya belli Afrika ülkelerinden çokça farkı olmayan bir sosyal profile sahip durumda bulunmaktadır.
Türkiye’nin sosyal tablosuna yakından bir göz attığımızda durumun ne kadar vahim olduğu daha iyi görülüyor.
İş ve sosyal güvenlik yasalarının sağladığı koruma ve güvencelerden çalışanların hemen yarısı yararlanamamaktadır. Bunun anlamı, bu durumda olan çalışanlar, işverenler tarafından kayıt dışı ve kuralsız çalıştırılıyor demektir.
Türkiye iş kazalarında dünyada Rusya ve Hindistan’la birlikte ilk üç içinde, Avrupa’da ise ilk sırada bulunuyor. Yılda kayıtlı 70 bine yakın iş kazasında, binin üzerinde çalışan hayatını kaybediyor. Meslek hastalıkları sonucu hayatını kaybedenler ise bu sayıya dâhil değildir.
İş yasası bakımından, haftalık 45 saatlik çalışma süresi, fazla çalışma ücreti, hafta tatili ve yıllık ücretli izinlerin düzenli uygulanması ve kıdem tazminatı hakkından yararlanma gibi sosyal hakların yerine getirilmesinde, Türkiye oldukça “sabıkalı” bir durumda bulunuyor. Bunun kanıtı olarak, iş mahkemelerinde açılan bu türden davaların yoğunluğuna bakıldığı zaman daha iyi anlaşılıyor.
Asgari ücret, verilmesi yasal bakımdan zorunlu aylık ücret olmasına rağmen, daha düşük ücret verilmesi sorunu karşımıza çıkıyor. Tahminen beş milyon kayıt dışı istihdam olduğu düşünüldüğünde, zorunlu asgari ücret ödemesinin genel olarak bu durumda çalışanlar için önemli bir sorun olduğu biliniyor.
Ayrıca işverenlerin çalışanları sosyal güvenlik kapsamında çalıştırması, yine yasal bakımdan zorunlu kılındığı hâlde, üstelik iş kazalarının ve meslek hastalıklarının bu kadar yaygın olduğu ülkemizde, sosyal güvenlik haklarından yararlanma sorunu, en az iş kazaları sorunu kadar önemli ve acil çözüm isteyen bir sorun olarak ocakları söndürüyor ve canımızı yakıyor.
Çalışanlar için bu yaşamsal sosyal haktan yararlanmak, kimi işverenler için işe almada adeta bir pazarlık konusu da yapılıyor.
İşçiler ve memurlar için farklı da olsa, sendikal sorunlar bulunmakta, örgütlenme, toplu pazarlık ve grev haklarının kullanılmasında mevcut sendikal haklar, ILO sözleşmelerini karşılamakta yetersiz kalmaktadır. İşçi ve memur ayrımı devam etmekte, ILO hukuku içinde tarif edilen duruma uyum sağlanamamaktadır.
Bugün kayıtlı çalışan 12 milyon işçiden yüzde 9’u sendikalı ve OECD ülkeleri arasında yüzde 5,4’lük oranla en düşük sendikalaşma bizde ise, bu durum sendikal hak ve özgürlüklerde nerede olduğumuzu göstermesi bakımında oldukça yeterli fikir vermektedir.
Türkiye’nin sosyal alanda en büyük açığı, KOBİ’lerde görülüyor.
İşin en vahim noktası ise hemen tüm hükümetler bu durumun farkında olduğu hâlde, göstermelik şekilde durumun iyileşmesine müdahale eder gibi gözüküyorlar. Ancak gerçekte etmiyorlar. Yasal düzenlemeleri kısmen yapıyorlar. Ancak yasanın uygulanmasını yeterince denetlemiyorlar, hatta göz yumuyorlar.
Bu anlamda siyaset ile KOBİ temsilcileri arasında sanki zımni bir mutabakat var. Çünkü KOBİ’ler ve onun mesleki temsilcileri siyaset alanını da kuşatmış durumda ve bu bir tür alışverişe tekabül ediyor.
Gelme üstüme, gelirim üstüne gibi...
Sosyal alanda insani ölçülere sahip olamayan bir ülkede, insan hak ve özgürlükleri merkezli bir demokrasi gelişebilir mi?
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap