- 29.08.2013 00:00
Bu yıl yaza girmeden önce, içeride Kürt sorununun çözümü, yeni anayasa ve demokratikleşme tartışmaları gündemin ilk sıralarında yer alıyordu.
Dışarıda ise Suriye sorunu tartışılıyorken, mayıs sonu itibarıyla, Gezi eylemleri bu gündemi birden bire değiştirdi.
Haziran ayı boyunca Gezi tartışmaları tüm medyada pik yaptı. Bu tartışmalarda liberal demokrat çevreler kendi içinde ayrıştılar ve Müslüman demokratlarla aralarında var olan etkileşim azaldı.
Yetmez, Müslüman demokratlar da kendi içlerinde, ayrılık noktalarına varan tartışmalar yaşadı. Yaşamaya devam ediyor.
Cemaat’in tek örgütlü yapısı olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, hükümet çevrelerine ve hükümeti destekleyen cemaatlere karşı, basın yoluyla yapmış olduğu açıklama, oldukça manidardı.
Vakıf, bu açıklamayla Gezi olayları ile Cemaat’in arasında kurulmak istenen kimi bağlantılara cevap veriyor ve suçlamaların asılsız olduğunu söylüyordu.
Başbakan bu açıklamanın, basın üzerinden yapılmasını “doğru” bulmamıştı. Yani Başbakan bu açıklamasıyla “basın üzerinden değil, oturup konuşmalıydık” demek istemişti. Oturup konuşmak, Cemaat’in önde gelenlerinin aklına mutlaka gelmiştir. Geçmişte de oturulup konu ve sorunlar mutlaka konuşulmuştur. Ancak bu sefer konu ve sorunlar basın üzerinden, kamuoyuna bu şekilde açıklanmak istenmişse, bu davranış en azından “aramızda oturup konuşulacak kadar samimiyet kalmadı” diye anlaşılır. Öyle de anlaşıldı diye düşünüyorum.
Bu gelişmeler ışığında bence, liberal ve Müslüman demokratlar arasındaki tartışma ve ayrışmanın en kritik noktasını “Başbakan, demokratikleşme için hâlen bir umut olabilir mi” sorusu oluşturuyor.
Bu aynı zamanda bir güven sorunu tartışması anlamına da geliyor.
Bu soruyu sadece içerideki siyasi ve sosyal çevreler sormuyor.
ABD, AB ve bölgedeki ülkeler de bu soruyu soruyorlar.
Önce Filistin liderliğinde El Fetih’e karşı Hamas’a verilen destek, İsrail ilişkilerinde ‘van minut’ ve Mavi Marmara olayı. Suriye’ye muhalefet üzerinden müdahale politikası ve Mısır’daki darbeye karşı aşırı ideolojik reaksiyon gösterme gibi yaklaşımlar, bizi dünyada “değersiz kalabalık” yapının dışına çıkaran nedenlerden bazılarını oluşturdu.
Başbakan’ın son ABD ziyareti, Türkiye’nin bölge politikalarının neden, yerinde ve uygun politikalar olmadığını müzakeresi ile geçti. ABD ile Mısır üzerinden ortaya çıkan gerginlik ise devam ediyor. AB ilişkilerinde ise Türkiye, adeta aday bir ülke gibi değil de, neredeyse üçüncü dünya ülkesi gibi davranıyor. AB’den sorumlu olacak bakan, AB’nin dağılacağı kehanetinden tutun da, yakında çökeceğine kadar, AB’ye rahmet okutacak açıklamalarda bulunuyor.
Bu gelişmelere göre Başbakan, Türkiye’yi nereye götürüyor tartışması, hem Avrupa’da ve hem de bölge ülkelerinde devam ediyor.
Pazartesi günkü Taraf’ta Tuğba Tekerek’in “eski monşer” İlter Türkmen’le yapmış olduğu söyleşide Sayın Türkmen’in, hükümetin izlediği dış politikalar için “çatapat” politikalar tanımını yapması ve Türkiye’nin dış politika hatalarından kimi örnekler verdikten sonra “Bizim en önemli problemimiz içeride; Kürt meselesi, dış politika açısından da bu böyle” demesi, işin özetiydi.
Sayın Başbakan bu hâliyle, içeride demokratikleşme sorunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerin normalleşmesi ile Avrupa, ABD ilişkilerinde, bugünkü durumuyla, üzerinde var olan umutları zayıflatmıştır.
Yeniden bir umut hâline gelmesi daha çok kendine bağlı gözükmektedir.
mustafapacal34@gmail.com
Yorum Yap