- 5.06.2013 00:00
Daha önce Taraf ve diğer bazı gazetelerin yorum sayfalarında yazılar yazdım.
Ancak bu yazı Taraf gazetesinde ilk köşe yazım.
Takdir edersiniz ki, ilk yazılar zor yazılar olur.
Benim içinde bu böyle.
Bu köşede daha çok ekonomi ve toplumsal sorunlar ve konular üzerine haftada bir yazmaya çalışacağım.
Ama bu siyasi gündem üzerine de yazmayacağım anlamına gelmiyor.
Haydi, hayırlısı diyerek, Taksim/ Gezi’den başlayalım.
Taksim Gezi Parkı eylemi, aslında Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması dayatması, bence bardağı taşıran son damla oldu. Başbakan’ın içinde bulunduğu ruh hâli, 2011 genel seçimlerinden sonra yeni dönemin kendileri için “ustalık” dönemi olduğunu açıklamasıyla başlamıştı. O günlerde herkes bu “ustalık” döneminin ne anlama geldiğini, geçmiş dönemlerle bakarak “herhalde geçmişte olan kimi hataları” bir daha yapmayacak olarak anladı.
Ama öyle olmadı.
Tam tersi geçmiş hükümet dönemlerinde yapmadıkları ile bizleri karşı, karşıya bıraktı. Başbakan hızla bir tek adamlık psikozu içinde davranmaya başladı. Yani Başbakan tek devlet, tek bayrak, tek millet söyleminin yanına bir de tek adamı eklemişti. Ve arkasında “Türk tipi” başkanlık talebi geldi.
Oysa 2002’den bu yana özellikle ekonomide ve demokratikleşme yolunda önemli gelişmelere imza atmış bir siyasi liderin kendisini böyle zor durumlara düşürmesi, kendisine pek yakıştırılmıyordu.
Çünkü Türkiye’de demokrasinin önünde en önemli engel olan askerî vesayet son yıllarda tarihinde görülmedik biçimde geriletilmişti.
Anayasa ve yasalarda yeterli olmasa da önemli iyileştirmeler yine bu dönemde yapılmıştı.
Ekonomide yakalanan büyüme trendi, bunun dünyadaki ekonomik kriz sürecine rağmen sürdürülmesi, parmak ısırtacak cinsten önemli gelişmelerdi.
Ve barış/ çözüm süreci...
Erdoğan “baldıran zehrini içmeye hazırım” dedi.
Bu söz yıllardır süren kardeş kavgasının sona erdirilmesinde bir siyasi kararlılığın göstergesi oldu.
Hükümete-İmralı görüşmeleri sonucunda PKK sınırların dışına çekilmeye başladı. Silahlar sustu. Artık bölgeden cenazeler gelmiyor. Annelerin yüreğine su serpildi. Bu sürecin kuşkusuz en önemli siyasi aktörlerinden biri ve en önemlisi Başbakan Erdoğan oldu.
Bu umutlu genel gündemin yanı sıra Erdoğan, bir de kendine göre özel bir gündemi de bunun yanında sürdürüyordu.
Bu özel gündemde Taksime cami tartışması zaten vardı, buna bir de Çamlıca’ya cami tartışması eklendi. AKM kapatılacak mı, yıkılacak mı, İnci Pastanesi kapatıldı, Emek Sineması yıkıldı, helikopterden yeni havaalanı ve yeni köprünün yeri seçildi, Çılgın Proje diye takdim edilen Kanalet projesi açıklandı, yeni köprüye Yavuz Sultan Selim adı verildi, alkol düzenlemesi ile yaratılan özel yaşama müdahale algısının yaratılması ve son olarak Gezi Parkıyıkılarak Topçu Kışlası’nın yapılacağı gibi uzunca bir özel gündemi vardı Erdoğan’ın.
E, ne var bunda, Başbakan arkasında “kalıcı eserler” bırakmak istiyor denebilir...
Evet, bence de bir başbakanın ülkesi için bu tür “kalıcı eserler” yapmak istemesi anlaşılır bir şey.
Ancak sorun bu eserlerin arkasında yatan zihniyette ve bu eserlerin yapılması için verilen kararların yönteminde bulunuyor.
Verilen kararların arkasında “ecdat yadigarı, din-mezhep referansı” zihniyeti ile tek adam tasarrufu bulunmakta, sorunlu olan da bu ve bunun tezahürleri zaten.
Nasıl mı?
Hem medeniyetler ittifakı için uluslararası bir rol oynamak ve hem de “Taksim’de kilise varsa, cami de olacak” demek, AKM’yi kamuoyu tadilatta bilirken, şimdi yıkılacağını söylemek, İnci Pastanesi’ni kapatmak, Emek Sineması’nı yıkarak AVM yapmaya karar vermek, önceden belediye otobüsünün rengi ne olsun, Şehir Hatları vapurları hangi model olsun diye soran bir belediyecilikten,“biz arkadaşlarla konuştuk, yeni köprünün adı Yavuz Sultan Selim olacak” noktasına gelmek, çılgın proje Kanalet’i sosyo-ekolojik bir çalışma ortaya koymadan yapacağız diye açıklamak vegöstericilere bir avuç çapulcu demek...
Hayır, Sayın Başbakan hayır...
Yerel yönetim anlayışı bütün demokratik ülkelerde değişti, değişiyor. Yüzde 50 ile seçim kazanmak demek, her şeye tek başına karar verme hakkını, halktan almak demek anlamına gelmiyor.
Aksine kent yaşamını yakından ilgilendiren bu tür projelerde, kamuoyunun, STK’ların eğilimlerini almak ve bu eğilimler sonrası kararları oluşturmak, çoğulcu ve katılımcı yerel yönetim anlayışının temel özellikleri arasında yer almaktadır.
Şehirler ortak yaşam alanlarıdır ve alınacak kararlarda ortak alınmaya çalışılmalıdır.
Bunun anlamı şudur Sayın Başbakan, sabahın ilk saatlerinde Gezi Parkı’nı bekleyenlere, polis göndererek gaz sıkmak demek değil, oradaki göstericilere belediye başkanını göndererek, yapılmak istenenin ne olduğunu açıklamaktır. Ve onlarla uzlaşmanın yolunu aramaktır.
Sayın Başbakan, demokrasilerin kaliteleri, sadece çoğunluk haklarına bakılarak değil, aslında azınlık haklarına bakılarak ölçülüyor artık.
Sayın Başbakan, bu tek adamlık psikozundan lütfen çıkın, çoğunlukçu anlayışa dayalı ben yaparım olurcu yaklaşımı lütfen terk edin.
Çoğunlukçuluğun yerine çoğulculuk anlayışı ile davranın, tek adamlığın yerine katılımcı, modere edici bir anlayışla kararları oluşturun.
Bir ülkenin doğusunda barış, batısında çatışma olmaz. Bu dengesizlik olumlu giden barış sürecine de zarar verir.
Bu tür kent projelerinde “benmerkezci” tavrın, gerek barış sürecinde ve gerekse yeni anayasa sürecinde de olası sakıncalarını bir kez daha hatırlatmayı önemli görüyorum.
Türkiye, yıllar sonra hem toplumsal barışın sağlanmasında ve hem de demokrasi yolunda tarihsel bir fırsat yakaladı. Bu fırsatı hiçbir kimsenin siyasi hesaplarına ve kişisel egolarına kurban etmemesi gerekir. Bu kritik süreçte mümkün olduğu kadar daha fazla diyalog ve işbirliğine ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır.
Başbakan Erdoğan şimdi daha kritik bir noktada duruyor.
Ya barıştan ve demokrasiden yana siyasi ve toplumsal çevrelerle daha fazla diyalog ve işbirliği yaparak bu tarihsel sürecin efsanevi siyasi lideri olacak, ya da çoğunluk bende diyen egosuna yenilerek, bu sürecin dışına düşmekle karşı,karşıya kalacaktır.
Karar kendisinin...
mustafapacal34@gmail.com
http://www.taraf.com.tr/mustafa-pacal/makale-baslarken-3.htm
Yorum Yap