- 10.12.2012 00:00
Günümüz üretim alt yapısının tamamen değişiminde rol oynayan bilimsel ve teknolojik devrim sadece üretim yapısını değiştirmemiş, aynı zamanda ekonomik ve sosyal yaşamın temel parametrelerini de değişikliğe uğratmış ve bu değişim günümüzde hâlâ artan bir hızla devam etmektedir. Bu üretim ve sosyo-ekonomik değişim sürecinin ortaya çıkmasında, ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaşın sona ermesi ve sosyalist sistemin dağılması temel rol oynamıştır. Bu gelişme her alanda küreselleşmenin de miladını oluşturmuştur. Böylece soğuk savaş sonrası dünya ekonomisinin temel paradigmaları değişmiş ve kapalı ekonomiler dışa açılmıştır. Ve tüm ekonomiler birbiri ile hem rakip olmuşlar ve hem de işbirliği içine girmişlerdir.
Üretim, ekonomi, toplumsal ve siyasal yaşamda ortaya çıkan bu gelişmeleri tetikleyen ise neo-liberalist ekonomi politikalar oldu. Neoliberalizmin temel felsefesi “yaşamın her alanını, her işini ve her insanı rekabete açmak” oluşturuyordu. Bu anlayış ile birlikte sadece kapalı ekonomiler küresel rekabete açılmadı ya da açılmak zorunda kalmadı. Devlet kurumları dahil özel sektör kuruluşları rekabete açıldılar. Bu durum herkes için “bilmediğiniz denize girmek” gibi bir duruma benziyordu. Ama çare yoktu, bu azgın dalgaların olduğu rekabet denizine girmek zorunluydu. Öyle de oldu ve herkese bu denize girdi.
Ekonomik rekabet için esneklik, kalite, ar-ge, verimlilik ve inovasyon gibi uygulamalar öne çıktığı kadar, sosyal açıdan ise kuralsız çalışma, kayıt dışı ekonomi, sosyal adaletsizlik gibi sorunlar acımasız rekabetin uygulamaları arasında yerini aldı. Hükümetlerin uyguladığı neo-liberal politikalardan sosyal devlet yapıları da fazlasıyla nasibini aldılar.
Günümüzde eski sosyalist ülkeler dahil, tüm dünyada sosyal devlet uygulamaları “sosyal erozyona” uğramış oldu. Herkes için daha önceki sosyal güvencelerden, hemen her ülkede “sosyal damping” uygulamasına gidildi. Bu gelişmelerin siyaset alanında yarattığı etkiler, daha da sarsıcı sonuçları ortaya çıkardı.
Genelde sağ siyasi yapılanmalar ile neo-liberal ekonomi politikaları arasında fazlaca uyum sorunu olmadığı halde, sol partilerin, sağ partilere göre neo-liberal gelişmenin daha sonra farkına vardıkları görüldü. Türkiye’de genel olarak sol partiler neoliberal ekonomi politikalara karşı alternatif olarak devletçi ekonomik politikalara sarıldılar. ‘80li yıllarda Özal hükümetleri, Türkiye ekonomisinin dışa açılmasında önemli yapısal değişikliklere imza atarak, genel olarak devlet eksenli ekonomiyi, neo-liberal ekonomi politikalara açık duruma getirdiler. Sonrası başlayan özelleştirmelere karşı “sattırmam” diyen genel bir sol yaklaşım olduysa da bile, bu türden yaklaşımların ne seçmen gözünde, ne de iş dünyasında bir karşılığı oldu, ya da olamadı. Bu ekonomik süreç sonraki hükümetler döneminde de devam etti.
Bugün de CHP de, MHP de hatta BDP iktidara gelse bile, Türkiye ekonomisini nüanslar ile AK Parti iktidarından farklı bir ekonomi politika ile yönetme şansları fazlaca bulunmamaktadır. Bunun en temel nedenini ise, neo-liberal ekonomi politikalarının küresel düzeyde seçeneksiz kalmasıdır.
Oysa ki Türkiye’de sol partiler neo-liberal ekonomik politikalar karşı devlet eksenli kapalı ekonomileri alternatif göstereceğine, aynen Avrupalı sol ve sosyal demokrat partiler gibi sosyal adalet ve sosyal güvenceler ile neo-liberal ekonomi politikaları sentezleyen bir üçüncü yol izleselerdi eksik ama daha doğru bir yol izlemiş olurlardı.
Eksik diyorum çünkü; genel olarak sol partiler neo-liberal ekonomi politikaları sosyal seçeneklerle güçlendirerek siyasi başarılar elde etmiş olsa bile, önemli bir tarihsel ve siyasal fırsatı da tepmiş oldular. Bir atasözümüz var: Atasözü “elmanın kurdu kendi içindedir” der. Liberalizmin ekonomik görüşü kapitalizmdir. Siyasi görüşü de demokrasi ve özgürlüklerdir. Sol partiler neoliberal uygulamalara karşı devletçiliği savunurken, özgürlükleri ve demokrasiyi savunmada da liberal veya “sağ” partilerin önüne geçemediler.
Neo-liberal uygulamalar karşısında devletçi ekonomiyi ve sosyal sorunların giderilmesinde de devlet denetiminin güçlendirilmesini savunan sol, devletin sınırlandırılması ve giderek ortadan kaldırılmasının ideolojik arka planına sahip olması gereken politikaları savunması beklenirken, sol bu süreçte devletçi bir politik duruşu sergilemiş oldu. Halbuki solun her alanda devleti güçlendirecek politikalar yerine bireyciliği, özgürlükleri ve katılımcılığı savunması çok daha doğru olacaktı.
Ayrıca bireyin yaşamın her alanında sorunların çözümüne katılmasını öneren, doğrudan katılımcı bir demokrasi anlayışını savunması ve bunun üzerinde örgütlenmeyi ortaya çıkarması, hem siyaseten ve hem de ideolojik olarak yerinde bir davranış olurdu. Bu da ona neo-liberal eksenli siyasi partilerle yapacağı rekabette, avantaj sağlamış olurdu. Sol partilerin, günümüzde en yaşamsal tezlerinin başında, bireysel özgürlükler ve yerinden yönetim ve yönetime doğrudan katılım yer almalı. Ülke genelinde özgürlükçü demokrasiyi, işyerlerinde endüstriyel demokrasiyi, çevre sorununda ekolojik demokrasiyi, yerel yönetimlerde halkçı demokrasi gibi yaşamın her alanında açık, çoğulculuğu ve katılımcı demokrasiyi savunmalı.
Yani yaşayan, günlük yaşamda karşılığı olan bir demokrasiye ihtiyacımız olmalı ve bunu isteyen bir sol tarafımız olmalı diye düşünmekteyim.
mustafapacal@hotmail.com
Yorum Yap