- 18.11.2012 00:00
Günümüz üretim alt yapısının tamamen değişiminde rol oynayan bilimsel ve teknolojik devrim,sadece üretim yapısını değiştirmemiş,aynı zaman ekonomik ve sosyal yaşamında temel parametrelerini de değişikliğe uğratmış ve bu değişim günümüzde hala artan bir hızla devam etmektedir.
Bu üretim ve sosyo-ekonomik değişim sürecinin ortaya çıkmasında, belirleyici küresel gelişmenin ise, ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaşın sona ermesi ve sosyalist sistemin dağılması temel rol oynamıştır.
Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan ile SSCB lideri Mihail Gorbaçov’un 10.12.1986 yılında İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te imzalamış olduğu nükleer başlıklı füzelerin karşılıklı sınırlandırılması anlaşması,aslında dünyanın bir nükleer felaketten kurtarılması anlaşması olduğu kadar,diğer yandan da günümüz dünyasının üretim,ekonomi,sosyal ve siyasal yapısının ortaya çıkmasının da bir anlaşması olduğu, daha sonraki yıllarda anlaşıldı.
Bu anlaşma her alanda küreselleşmenin de başlangıç miladı oldu.
Böylece soğuk savaş sonrası dünya ekonomisinin temel paradigmaları değişti. Kapalı ekonomiler dışa açıldı.
Tüm ekonomiler birbiri ile hem rakip oldular ve hem de işbirliği içine girdiler.
Tüketici davranışları ve beklentileri değişti ve bunu karşılamak için üretimde esneklik ve piyasaların uluslar arası rekabete açılması, her ülke için zorunlu duruma geldi.
Üretim, ekonomi ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan bu gelişmelerin üst başlığında “Neo-Liberalizm” yazıyordu.
Neo-liberalizmin temel felsefesini ise “yaşamın her alanını,her işini ve her insanı rekabete açmak” oluşturuyordu.
Bir diğer ifade ile söyleyecek olursak kapitalizmin küreselleşmesi ve ekonomik ve toplumsal gelişme için “rekabet” yetmez, acımasız rekabet en etkili sosyo-ekonomik enstrümanı durumuna gelmeliydi.
Böyle de oldu…
Bu anlayış ile birlikte sadece kapalı ekonomiler küresel rekabete açılmadı yada açılmak zorunda kalmadı.Devlet kurumları dahil özel sektör kuruluşları rekabete açıldılar.Bu durum herkes için “bilmediğiniz denize girmek” gibi bir duruma benziyordu.Ama çare yoktu bu azgın dalgaların olduğu rekabet denizine girmek zorunluydu.
Öyle de oldu ve herkese bu denize girdi.
Bu çetin rekabet ortamına uyum sağlamak için devletler,ekonomiler ve piyasa oyuncuları farklı önlemler almaya çalışsa da,günümüzde bu önlemler üç aşağı,beş yukarı birbiriyle benzeşti.
Ekonomik rekabet için esneklik,kalite,ar-ge,verimlilik ve inovasyon gibi uygulamalar öne çıktığı kadar,sosyal açıdan ise kuralsız çalışma,kayıt dışı ekonomi gibi uygulamalar da acımasız rekabetin uygulamaları arasında yerini aldı.
Hükümetlerin uyguladığı neo-liberal politikalardan sosyal devlet yapıları da fazlasıyla nasibini aldı.
Günümüzde eski sosyalist ülkeler dahil, tüm dünyada sosyal devlet uygulamaları “sosyal erozyona” uğramış oldu.
Herkes için daha önceki sosyal güvencelerden, hemen her ülkede “sosyal damping” uygulamasına gidilerek,devlet bütçelerinden sosyal ödemelerde indirime gidildi ve kaynakların daha çoğu finans sektörüne doğru kaydırıldı.
Bu gelişmelerin siyaset alanında yarattığı etkiler, daha da sarsıcı sonuçları ortaya çıkardı.
Genelde sağ siyasi yapılanmalar ile neo-liberal ekonomi politikaları arasında fazlaca uyum sorunu olmadığı halde, sol partilerin, sağ partilere göre neo-liberal gelişmenin daha sonra farkına vardıkları görüldü.
Örneğin ABD başkanı Ronald Reagan,İngiltere başbakanı Margaret Teatcher ve Almanya şansölyesi Helmut Kohl neo-liberal politikaları uygulamaya başlatmış ve etkin siyasetle bu politikaların küreselleşmesinde önemli roller oynamışlardı.
Daha sonra ABD başkanı Bill Clinton,İngiltere başbakanı Tony Blair ve Almanya şansölyesi Gerard Schroeder, genel olarak sol politikacılar olmasına rağmen neo-liberal ekonomi politikalarını kimi sosyal politikalar ile destekleyerek sürdürmüşlerdir.
Bu örnekler dışında, örneğin Türkiye’de genel olarak sol partiler, neo-liberal ekonomi politikalara karşı alternatif olarak devletçi ekonomik politikalara sarıldılar.
Yani genel olarak sol, kapitalizmin ortaya çıkan yeni ekonomik düzenine karşı,eski bildik devletçi,korporatist söylem ve politikalarla yanıt vermek istedi.
Oysaki sol, devletin küçültüldüğü piyasa ekonomisi ve sivil toplum eksenli bir ekonomik ve siyasi programla bir alternatif oluşturabilirdi.
’80 yıllarda Özal hükümetleri, Türkiye ekonomisinin dışa açılmasında önemli yapısal değişikliklere imza atarak,genel olarak devlet eksenli ekonomiyi, neo-liberal ekonomi politikalara açık duruma getirdi.
Sonrası başlayan özelleştirmelere karşı “sattırmam” diyen genel bir sol yaklaşım olduysa da bile,bu türden yaklaşımların ne seçmen gözünde,ne de iş dünyasında bir karşılığı olmadı,olamadı.
Bu ekonomik süreç sonraki hükümetler döneminde de devam etti.
Bugünde CHP’de,MHP’de hatta BDP’de iktidara gelse, Türkiye ekonomisini nüans farkları ile Ak Parti iktidarından farklı bir ekonomi politika ile yönetme şansları fazlaca bulunmamaktadır.
Bunun en temel nedenini ise, neo-liberal ekonomi politikalarının küresel düzeyde seçeneksiz kalmasıdır.
Oysa ki, Türkiye’de sol partiler neo-liberal ekonomi politikalar karşı devlet eksenli kapalı ekonomileri alternatif göstereceğine,aynen Avrupalı sol ve sosyal demokrat partiler gibi özgürlükçü demokrasi, sosyal adalet ve sosyal güvenceler ile piyasa ekonomisini sentezleyen bir üçüncü yol izleselerdi eksik ama daha doğru bir yol izlemiş olurlardı.
Eksik diyorum çünkü;Genel olarak sol partiler neo-liberal ekonomi politikaları sosyal seçeneklerle güçlendirerek siyasi başarılar elde etmiş olsa bile önemli bir tarihsel ve siyasal fırsatı da tepmiş oldular.
Bu durumu da, solun bir demokrasi geleneğinden gelmediği için,bunu göremediğini söylemek yerinde olur diye düşünüyorum.
Bir atasözümüz var. Elmanın kurdu kendi içindedir der.
Liberalizmin ekonomik görüşü kapitalizmdir.Siyasi görüşü de demokrasi ve özgürlüklerdir.
Sol partiler neo-liberal uygulamalara karşı devletçiliği savunurken, özgürlükleri ve demokrasiyi savunmada da liberal veya “sağ” partilerin önüne geçemediler.
Neo-liberal uygulamalar karşısında devletçi ekonomiyi ve sosyal sorunların giderilmesinde de “devlet denetiminin” güçlendirilmesini savunan sol,devletin sınırlandırılması ve giderek ortadan kaldırılmasının ideolojik arka planına sahip olması gereken politikaları savunması beklenirken,sol bu süreçte devletçi bir politik duruşu sergilemiş oldu.
Halbuki solun, her alanda devleti güçlendirecek politikalar yerine bireyciliği ve onun özgürlüklerini savunması, çok daha doğru olacaktı.
Ayrıca bireyin yaşamın her alanında sorunların çözümüne katılmasını öneren,doğrudan katılımcı bir demokrasi anlayışını savunması ve bunun üzerinde örgütlenmeyi ortaya çıkarması, hem siyaseten ve hem de ideolojik olarak yerinde bir davranış olurdu.
Buda ona, neo-liberal eksenli siyasi partilerle yapacağı rekabette avantaj sağlamış olurdu.
Sol partilerin günümüzde en yaşamsal tezlerinin başında, bireysel özgürlükler, yerinden yönetim ve yönetime doğrudan katılım yer almalı.
Ülke genelinde özgürlükçü demokrasiyi,işyerlerinde endüstriyel demokrasiyi,çevre sorununda ekolojik demokrasiyi,yerel yönetimlerde halkçı demokrasi gibi yaşamın her alanında açık,çoğulculuğu ve katılımcı demokrasiyi savunmalı.
1789 Fransız devriminde günümüze kadar gelen demokrasi , temsili demokrasinin çeşitli versiyonlarıdır ve kazanımları önemlidir ancak bu tür demokrasiler artık yetersizdir.
Yaşamın ve üretimin her alanında hızla süren değişim ve yenilenmenin karşılığı olacak olan demokrasi özgürlükçü,açık,çoğulcu ve katılımcı doğrudan demokrasi olmak zorundadır.
Yani yaşayan,günlük yaşamda karşılığı olan bir demokrasiye ihtiyacımız olmalı ve bunu isteyen bir sol tarafımız olmalı.
Yorum Yap