- 5.02.2016 00:00
Doğduk, bir Muhammed Ali fırtınasıdır esiyordu.
Yeni yetmeydik, o fırtınanın göbeğine düştük.
Ve bizim neslin 50'lere dayandığı şu 3 Haziran 2016 günü o fırtına dindi.
Dindi mi acaba?
*
Yer Bursa, yıl 1974, aylardan Ocak olmalı ki zemherinin iliklerimize işlediğini iyi hatırlıyorum.
Sabaha doğru saat 2 mi 3 mü, tam hatırlamıyorum. Bildiğim, daha sabah namazına epey var.
Kurduğumuz saat çalıyor ve ailece uyanıp gitmeye hazırlanıyoruz.
Nereye mi?
Komşuya canım! Başçavuşlara… Başçavuş dediysem karşı komşumuz.
Ah 'Neden sabaha doğru komşuya gidiyorsunuz?' diyen saf çocuklar!.. O senelerin atmosferini nereden bileceksiniz!
Televizyon yayını yeni başlamış. Tek kanal ve siyah beyazdı ve geceleri 11, 12 dedin mi kapanırdı. Ve herkeslerin evinde bulunmazdı. Pahalıydı, taksitle alırdı alabilenler.
Televizyonu olmayan, olsa ne yazar, elektriği bile olmayan bir evdi bizimkisi.
Evet, Bursa'nın şehir merkezinde bir gecekonduda otuyorduk ve gecekonduda oturanlara o devirde devlet ceza olarak elektrik, su bağlamazdı.
Elektriğimiz, suyumuz yoktu ama PTT memuru olan babam sayesinde o devirdeki en kıt cihazlardan telefon koca mahallede bir tek bizim evimizde mevcuttu, konu komşu ihtiyacı olduğunda bizim eve damlardı.
Komşuluk efendim, böyleydi. Misafirler telefon etmeye gelirler, çay, kahve ikramı eksik edilmezdi!!!!
Ne diyeyim, çok farklı bir Türkiye idi.
*
Her evde televizyon denilen cihaz olmadığı, olamadığı için de olanlar olmayanları çay içmeye, televizyon seyretmeye davet ederlerdi.
Gidilir ve saatler boyu kalınır, rahatsız olmak ne kelime, ev sahipleri bundan memnun bile olurlardı. Tıpkı bizim eve gelip saatlerce 'santral'ın şehirler arası telefon isteklerini bağlamalarını beklerken çay, kahve içmeleri, bu sırada muhabbet etmeleri gibi…
İşte böyle bir Türkiye'de 1974 yılı yaşanırken sabaha doğru uyku mahmurluğuyla komşumuz, ismini unuttuğum Yozgatlı başçavuşlara revan olmuştuk. Yalnız değildik üstelik, birkaç aile daha gelmiş, salona sereserpe yayılmıştık.
Neyse, vakit erişti, televizyonun düğmesine basıldı ve o ünlü sinyal çıktı. Birazdan yayın başladı. Allah uzun ömürler versin, Orhan Ayhan'ın anlatımıyla Muhammed Ali'nin üç yıl önce yenildiği Joe Frazier ile yapacağı intikam (rövanş) maçını maaile izlemeye koyulduk.
Nefesler tutuldu, o tarihte bastırılmış kimlikleriyle Müslümanların fukara semasına umut sağanakları boşaltan Muhammed Ali adlı boksörün kazanması için edilen duaların, okunan Kur'an-ı Kerim'lerin haddi hesabı yoktu diyeyim de siz anlayın gerisini…
Muhammed Ali “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokar”dı rakiplerini. Sık sık “Allahu ekber” der, Müslümanların Siyonist medya tarafından aşağılanmalarına cesurca meydan okur, “Teröristler ile aynı dinden misiniz?” sorusuna “Siz de Hitler ile aynı dindensiniz” cevabını yapıştırıverirdi.
Bu yüzden değil miydi ona “İslam'ın yumruğu” unvanını vermemiz!
İşte ringde dans ederek kendisini ilk kez yenme unvanını elinde bulunduran Joe Frazier'ın peş peşe attığı kroşeleri bir kelebek yumuşaklığındaki kıvrak vücut hareketleriyle savuşturup yorduktan sonra hasmına bitirici yumruklarını indiren Muhammed Ali maçı kazanıyor, biz de binlerce kilometre uzakta, gözyaşlarına boğuluyorduk.
İşte İslam'ın yumruğu dediğin böyle olur, diyorduk… İçimizde belli edemediğimiz ne kadar bastırılmış duygu varsa gözlerimizden boşalmış, rahatlamıştık.
Ne de olsa 12 Mart 1971'in evi basılacak ve kitaplığımızdaki Risale-i Nurları suç unsuru diye yakalanacak diye kaygıyla beklenen devrin potansiyel suçlusu(!) Nurcularından birinin oğluydum ve ringde atılan yumruklar bizim için yumruktan ibaret değildi.
Gözlerimizde pırıltılar, eve dönmek üzere yeniden buz gibi havaya çıkarken şafak sökmek üzereydi.
*
Aynı yılın Ekim ayında bu defa George Foreman adlı zenci boksörü, ertesi yıl yine Fraizer'ı yendiği maçı da aynı hamasi duygularla izledik komşumuzun ekranından. Bir kahramanımız vardı artık. Boksla, sporla uzaktan yakından ilgisi olmayan milyonların gurur duyacağı bir sporcuları çıkmıştı…
İşte bu şöhret bulutlarının altında ıslandığı bir demde yolu Türkiye'ye düştü Muhammed Ali'nin. 1976 yılıydı ve Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi kısa süreli bir hükümet ortaklığından diğerine geçiyordu. Rahmetli Erbakan'ın misafiri olarak İstanbul'u gezdi.
Sultanahmet Camii'nde namaz kıldı, Ayasofya Camii önünde kendisini görmek için toplanan coşkulu kalabalığı görünce bu defa gözyaşlarını tutamayan “İslam'ın yumruğu” oldu. İlk defa bir maç için değil, sırf kendisinin İslami kimliği için toplanmış bu saf kalabalığı bütün samimiliğiyle selamladı.
Merhum Erbakan ile kucaklaştığında ilk defa bir 'beyaz' liderle kucaklaştığını söyleyecek, 1964 yılında Müslüman oluşunun ardından önce duygusal, sonra fikri olarak Müslümanların gayri resmi sözcülüğünü üstlenecekti.
Boks lisansını iptal ettirenlerin Yahudi lobisine mensup olduğunu söylüyordu. Filistin davasını sırtlanıyor, Ortadoğu turundayken uğradığı Beyrut'ta “Amerika Birleşik Devletleri'nin Siyonizmin ve emperyalizmin kalesi” olduğunu haykırıyordu. İki gün sonra ise şöyle diyordu:
“Kendi adıma ve Amerika'daki Müslümanlar adına Filistinlilerin vatanlarını kurtarma ve Siyonist işgalcileri kovma mücadelesini destekliyorum.”
Dahası, 1985 yılında 700 Müslüman Kardeşler üyesini hapse tıkan İsrail'e onları kurtarmak davasıyla gitmiş, ülkedeki en yüksek seviyedeki yetkililerle bu meseleyi müzakere etmek istediğini söylemiş, ancak “İsrailli yetkililer ringe çıkmaya cesaret edememişlerdi.”
1980 yılına geldiğimizde Hindistan'da görürüz Muhammed Ali'yi. Siyonistlerin Amerika'yı ve dünyayı “kontrol” ettiğini söyleyecek kadar -birileri açısından –ileri gider. İranlıların o sırada Batı basınında İslam'a karşı bir nefret kampanyasına yol açan Tahran'daki ABD elçiliğini işgalini kınar kınamasına ama hemen arkasından şunları ekler:
“Kötü olan din değildir, insanlardır. Bütün güç, biliyorsunuz ki Siyonistlerde. Amerika'yı da, dünyayı da onlar kontrol ediyor. Siyonistler İslam dinine hakikaten hasımlar. Nerede bir Müslüman hata yapsa hemen dinlerini suçlarlar.”
*
3 Haziran itibariyle ebediyete uğurladığımız Muhammed Ali, yalnız rakiplerini değil, emperyalizm ve Siyonizmi de yumruklarıyla hırpaladığı ve İslam'ın hem Batı'da hem de ülkemizde alabildiğine bastırıldığı, aşağılandığı ve Müslümanların sindirildiği bir devirde kendi gazetesinde “Allah is greatest”, yani “Allahu ekber” dediği için de İslam aleminde sevilmiş, ringlerde attığı yumruklara olduğu kadar yumruk gibi beyanlarına da kırılan gururlarının onarılışı gözüyle bakmışlardı.
Velhasıl bizi o soğuk Ocak sabahının karanlığında komşumuz başçavuşlara götüren tılsım buydu.
Yorum Yap