- 26.12.2020 00:00
‘Hükümet sistemleri ve demokratikleşme’ dizisine, ‘Osmanlı-Türk laikleşmesi’ ara başlığıyla devam.
Son üç yazıda, Osmanlı-Türk laikleşmesi ile düşünce yaşamına hâkim olan ortak paydanın öncelikle ‘devlet bekası’ kaygısı olduğunu savunup 1930’lara dek ‘kurucu’ nitelikte bazı olay ve kişileri andım. Söz konusu kaygı sonraki yıllara da damga vurdu. Diğer yandan devletin din ile ilişkisi ‘ideolojik ve kurumsal düzeyde’ II. Dünya Savaşı ardından değişmeye başladı ve 2002’de siyasal İslâm’ın ‘neoliberal’ versiyonu tek başına iktidara geldi. Sonunda, Türkçe ezan okunan günlerden, Şeb-i Arus’ta Türkçe Kuran okunmasının rejimin ağzından büyük skandal olarak değerlendirildiği 2020’ye varıldı. Bu yetmiş yılda, bir yanda da sürekli değişen ‘toplum’ vardı kuşkusuz.
Yine bazı kaynaklar önermek istiyorum. Geçen hafta söz ettiğim İştar Gözaydın’ın DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) ile ilgili kitabının, 2020 baskısı (güncellenip genişletilmiş) yayınlanmış, bilginize. Tanıl Bora’nın ‘Cereyanlar- Türkiye’de Siyasi İdeolojiler’ başlıklı çalışması (İletişim, 2017). Kitabın, ‘Muhafazakârlık’ ve ‘İslamcılık’ başlıkları yazı dizisinin konusunu doğrudan ilgilendiriyor. Üçüncüsü çok yeni, birkaç hafta önce yayınlanan bir derleme: ‘Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni- Ordu, Sermaye, ABD, İslamizasyon.’ Derleyenler Behlül Özkan ve Tolga Gürakar. Kitabın tümünü okuyamadım henüz; konu bağlamında önereceğim yazı, Mehmet Ali Tuğtan’ın ‘Soğuk Savaş ve Türkiye’de Siyasal İslam’ın Yükselişi, 1945-1970.’
Önce, 1928’de ‘devlet dini’ ile yeminlerdeki ‘vallahi’ ifadesi kaldırılan ve 1937’de ‘laiklik’ ilkesi eklenen Cumhuriyet’in ilk anayasası 1924 Teşkilat-ı Esasiye’de inanç özgürlüğü konusunun nasıl yer bulduğuna bakalım.
1924 Anayasası’nda temel haklar, ‘Türklerin kamu hakları’ başlığı altında ve bugünkünden farklı olarak ‘Beşinci Bölüm’de düzenleniyordu. Konuya ilişkin 75.maddenin ilk haline göre; “Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, âdabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir.”
1937’deki değişikliklerden biri de ‘tarikat’ ifadesinin maddeden çıkarılmasıydı. İleriki haftalarda ‘yurttaşlık’ yazısında anlatacak olmakla birlikte, 88. maddede de ‘dinin’ ayrımcılık nedeni olamayacağının hükme bağlandığını hatırlatmak isterim: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur (adı verilir).”
1920’lerin ‘devrimler’ sürecinde, en önemlisi Medeni Kanun’un kabulü olan laikleşme adımları bir yana, 1930’lar laikleşmesi bakımından atılan ve tartışması bugüne dek süren önemli icraatlardan biri, ‘Türkçe’ ibadet-ezan girişimidir.
Ulus devletin ‘Sünni’ niteliğinin sınırlarını çizmeye, hiç sona ermemiş bir arayış olan ‘gerçek’ İslâm’ın ‘layıkıyla’ anlaşılabilmesine, ancak ‘anlaşılır’ İslâm’ın kişilerin vicdanlarındaki ‘doğru’ yeri bulabileceğine yönelik iradeye uygun, köktenci bir adım. Toplumu ‘hurafelerin’ bozucu etkisine karşı korumanın yollarından biri. Bugünün terminolojisiyle söylersek, 1930’lardaki ‘dinde reform’ çabasının sonucu.
Tabii Türkçe ibadetin, ‘dini millileştirmeyi’ hedefleyen ‘Türkçü’ ideale uygun oluşu, anılması gereken diğer gerekçe. Türkçe ibadet, dil ve tarih alanındaki çalışmalardan ayrı düşünülmemeli ve ‘dinde reform’ çabasına girişirken ‘dindara’ danışılıp danışılmadığı sorusu da aklımızın bir köşesinde olmalı!
Burada ‘dindar’ ile kastımın DİB (o zamanki adı DİR) olmadığı tahmin edilebilir. “O koşullarda devrimci kararlar başka türlü nasıl alınabilirdi” sorusu, kuşkusuz meşru. Buna mukabil ‘koşullara’ ve ‘devrimciliğe’ yapılan vurgunun anlaşılabilirliği, muhtelif toplumsal kesimlerin ‘dışlandığını’ görmeyi engellememeli.
Ezan-ibadet dilinin ‘milliyetçilik’ ilkesi gözardı edilerek, yalnızca ‘anlaşılabilirlik’ ve ‘dinin doğru öğrenilmesi hedefi’ bağlamında ele alınabileceğini sanmıyorum. Ziya Gökalp’teki Türkçeleştirme reformunun bir parçası olan, ‘Arap geleneklerinden arındırılmış milli İslâm’ hedefinin uzantısından söz ediyorum. Aynı zamanda, çağlar boyu devam etmiş bir gelenek. Gelenek ve inanca yapılan her vurguyu ‘ilericilik-gericilik’ karşıtlığıyla ele almak zorunu ve doğru yaklaşım olmasa gerek.
Burada, sınıf çelişkileri ve kültür/gelenek ilişkisine dair, daha önce önerdiğim Taner Timur’un ‘Osmanlı Kimliği’ kitabından bir alıntı daha yapmak istiyorum: “Uygarlıkların yarattığı insan tipi ve kimlik sorunu, kültürel bir problem olarak ortaya çıkar ve çoğu kez bağımsız bir şekilde tartışılır. Bunun sağlıklı bir yöntem olduğunu söylemiyorum. Fakat, aynı şekilde, sadece üretim biçimlerini inceleyerek toplumları anlamak (ve sınıflandırmak) da yetersizdir. Bir toplumun krizi üretim yapısındaki çelişkilere dayansa da, psikolojik ve kültürel bir sorun gibi yaşanır. Kültürel üstyapılar da, üretim biçimleri gibi, uzun bir tarihi evrimin eseridirler.”
Aslında Cumhuriyet öncesinde hutbeler Türkçe okunmaya başlanıyor. Özellikle Kurutuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadeleye destek sağlamak için bu yola başvurulmuş. Mustafa Kemal’in de mecliste konuya ilişkin konuşmaları var. Türkçe ibadet 1920’lerde tartışılıyor, DİR (Diyanet İşleri Reisi) Rıfat (Börekçi) Efendi’nin devrimcilerle görüş birliğinde olduğunu gösteren açıklamaları yanında, İslamcılar ile milliyetçiler arasında tampon işlevi gördüğünü düşündürten konuşmaları da var. Bu dönemde Kuran’ın Türkçe tercümeleri de yapılıyor ancak görüşü alınan din alimlerinin onayından geçmiyor. Tercüme için başvurulan Mehmet Akif Ersoy da, önce kabul etmekle birlikte sonrasında tahmin edilebilir kaygıları nedeniyle vazgeçiyor.
Mustafa Kemal 1932’de konuya doğrudan müdahil olmuştur. Aşamalı olarak başlar, 1933 Şubat ayından itibaren Türkçe ezan tüm ülkede okunur. Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı’nın yönetiminde başlayan hazırlıklar, hafızların davet edilip denemelerin yapılması, Hafız Yaşar’ın Yerebatan Camii’nde Yasin suresinin önce Arapça ardından Türkçe tercümesini okuması, Sultanahmet ve Ayasofya’da Türkçe okunan Kuran; daha önce de atıf yaptığım Umut Azak’ın ‘Türkiye’de Laiklik ve İslâm’ kitabında ayrıntılarıyla anlatılıyor. Azak’ın verdiği bilgiye göre, 1932 Ramazan ayında başlayıp kalıcı ve zorunlu hale gelen tek uygulama Türkçe ezandır. Şubat 1933’te Diyanet, Türkçe ezan okumakta tereddüt eden müezzinlerin cezalandırılacağını ilan ediyor.
Ceza meselesi biraz kafa karıştırıcı. Arapça ezan yasağını ihlal edenler, o zamanki TCK’nın 526. maddesine göre ‘idarenin talimatlarına karşı çıktıkları’ gerekçesiyle cezalandırılıyordu. Haziran 1941’de kabul edilen 4055 sayılı yasayla maddeye ‘Arapça ezan ve kamet okuyanlar’ ifadesi eklendi ve ‘üç aya kadar hafif hapis ya da para cezası’ öngörüldü. 1940’larda Arapça ezan yasağı, eskiye nazaran daha katı uygulanmıştır.
Bu arada, Diyanet demişken; 1924’teki ilk yasasında teşkilat ve görevlerinin ayrıntılarıyla düzenlenmediğini, yıllar içinde yetkilerinin iyice daraltıldığını ve teşkilatını-kadrolarını düzenleyen gerçek bir yasaya ancak 1935’te (2800 sayılı) kavuştuğunu hatırlatayım.
II.Dünya Savaşı’nın sona ermesi, TBMM içinde beliren muhalefetin yeni siyasi partiler olarak ortaya çıkması, neredeyse her birinin dini hassasiyetlere değinmesi ve DP’nin (Demokrat Parti) hızlı yükselişi, devletin dine yaklaşımında büyük ölçüde ‘zorunlu’ bir değişime neden oldu. 1946 yılının sonunda TBMM’de, okullarda din derslerinin yeniden okutulması önerisi yüksek sesle gündeme geliyordu.
Savaş sonrası kurulan partilerin konuya ilişkin hassasiyet göstermeleri ya da göstermek zorunda hissetmeleri önemli. Tarık Zafer Tunaya’nın, ‘Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952’ (Arba, 1995) adlı temel eserine bakalım. Tunaya’nın çalışmasına göre Temmuz 1945 (Milli Kalkınma Partisi) ile Mayıs 1952 (Türkiye Köylü Partisi) arasında kurulmuş ’30’ siyasi parti var. Birkaç ‘sosyalist eğilimli’ parti dışındakiler, tek parti dönemi karşıtlığı üzerinden ‘dini ve ahlaki değerlere’ atıf yapıyor.
Sosyalist partiler de dini görmezden gelmiyor ve Fransız tipi diyebileceğimiz bir laiklik ilkesini benimsiyorlar. Örneğin, Esat Âdil Müstecaplıoğlu’nun Türkiye Sosyalist Partisi programına göre parti, ‘prensip olarak laik’ ifadesiyle tanımlanıyor: “Tabiat üstü bir varlığa inanmak veya inanmamak hususunda fertlerin mutlak bir vicdan hürriyetine sahip olmaları ve bu hürriyetin her türlü tezahürü karşısında devletin tam bir tarafsızlık muhafaza etmesi layisizmin felsefi bir neticesidir.”
Tabii bizim için asıl önemli olan DP’nin laiklik anlayışı. Parti programının 14. maddesi laiklik konusuna ayrılmış. DP’ye göre laiklik, devlet siyasetinin dinle hiçbir ilgisinin bulunmaması ve hiçbir dinin kanunların ‘tanzim ve tatbikinde’ etkili olmaması anlamına gelir. Laiklik din karşıtlığı değildir ve din özgürlüğü de insanlığın diğer özgürlükleri gibi ‘mukaddes’ haklar arasındadır. DP’ye göre dini tedrisat ve din adamlarının yetiştirilmesi için bir programa ihtiyaç var. Ayrıca, “dinin siyaset aracı olarak kullanılmasına, yurttaşlar arasında sevgi ve tesanüdü bozacak şekilde propaganda vasıtası yapılmasına, serbest tefekküre karşı taassup duygularını harekete getirmesine müsaade olunmamalıdır.”
1947’deki I. Büyük Kongre’de kabul edilen ‘Ana Davalar Komisyonu Raporu’nda partinin laiklik konusundaki görüşleri, Celal Bayar tarafından şu sözcüklerle dile getirilmişti: “…Programımız laiklik, dine hürmet esasını en iyi şekilde tespit etmiştir… Türk milleti Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır. Allahına Müslüman olarak gidecektir. (coşkun alkışlar!)…”
Celal Bayar kongrede konuşurken kürsüsünün üzerine bir kâğıt bırakılır ve Bayar bunu kongreye okur. Kâğıtta, “Türk milletinde Katolik, Ortadokslar da var, bunun için ne düşünüyorsunuz” yazıyordu. Bayar’ın yanıtı: “…bizde daha Tanzimat’tan beri din hürriyetine sahip olmuşlardır… Benim maruzatım sadece Müslümanlara aittir. Bazı konuşmalarım suitefsire uğramıştır. Biz, dinin siyasete alet edilmesinin şiddetle aleyhindeyiz… Biz irticanın aleyhindeyiz. Memlekette irtica yoktur ama, irticaya doğru beliren istidatları görüp zamanında önlemezsek bu memleketin felaketini kendimiz hazırlarız…”
Adını anmak istediğim son parti, Temmuz 1948’de Fevzi Çakmak tarafından kurulan Millet Partisi. 1950’deki ilk kongresinde kendisini tanımlarken, ‘geçmiş ile şimdi’ arasındaki bağı kuracağı iddiası anılmaya değer: “Türk milletinin tesellisi ve ümidi olan bu parti Atatürk inkilâplarına cephe almamıştır, faaliyeti onun inkılâpları bakımından bir kazançtır, fakat memleketin en büyük felaketi her milli hareketin mazi ile inkıta (kopukluk) halinde olmasıdır; MP bir laikler partisidir, mürteci ve softalar partisi değildir. Şahsiyat ve kinle hareket etmemektedir…”
Bir yıl sonraki kongresinde de iktidarı dini siyasete alet etmekle itham etmiştir!
Bunları anlatmamın nedeni, çok partili yaşamla birlikte hiç kimsenin ‘dini’ görmezden gelemediği gerçeği.
CHP’nin Aralık 1947’deki Yedinci Kurultay’ı çok önemli. Kurultayda din dersleri, ilahiyat fakültelerinin açılması ve Diyanet’in özerk kurum olarak yeniden düzenlenmesi gereklililiği, parti programında laiklikle ilgili kısmın değiştirilmesi gibi öneriler dile getiriliyor.
1946-50 arasında katı laiklik anlayışının terk edilmeye başlanılması, bir kesim yazar ve siyasetçi tarafından ‘gereklilik’ olarak adlandırılırken, diğer kesim için ‘gericiliğe verilen tavizlerden’ ibaret. Örneğin CHP’nin zorda kalışıyla ‘dine sarılmasına’ dikkat çeken Mehmet Ali Aybar, 1947’deki bir yazısında iktidar partisini ‘ölüm döşeğinde kelime-i şahadet getiren ağzı kalabalık münkirlere (inançsız)’ benzetiyor.
Bugün de ‘ödün’ ve ‘gereklilik’ konusunda benzer düşünce hatlarının canlılığını koruduğunu gözlemlemek mümkün. İki görüşün de haklı yanları var aslına bakılırsa. Buradaki ayrım, toplumsal taleplerin ve değişimin yönetenlerce tümüyle kontrol edilip edilemeyeceği hakkındaki görüş farklılıklarından kaynaklanıyor.
Kuşkusuz değişim ‘doğal’ bir olgu değil. Yani, her nasıl olacaksa kendi haline bırakılmış bir toplum eninde sonunda ‘akan suyun yatağını buluşu’ misali bir yere evrilir, iddiası tarihsel gelişimi açıklamaktan uzak. 1930’lardan bugüne Türkçe ezan okunsaydı memlekette, bugün Arapça ezanı çok yadırgayacaktık muhtemelen.
Buna mukabil, o suyun akacağı yatağı hiçbir kaçağa mahal vermeyecek biçimde inşa etmek de olanaksız. O yıllarda Türkçe ezana gösterilen tepkiler ve yönetimin ceza yasasına başvurmak durumunda kalması, herhalde söz konusu çatlakların boyut ve niteliği hakkında fikir verici. Belki de siyasetin gereği olan her uzlaşma ya da gerekliliği ‘ödün’ sözcüğü ile karşılamaya çalışmakta bir sorun vardır.
Olup biten konusunda kimin ne düşündüğü bir yana, çok partili yaşama geçişin Cumhuriyet laikleşmesinde dönüm noktası olduğuna kuşku yok.
İlkokullarda seçmeli din derslerinin kabulü, önceki yazılarda adını andığım ilahiyatçı Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığa getirilişi, imam hatip kurslarının ve Ankara Üniversitesi bünyesinde ilahiyat fakültesi açılması; özetle CHP’nin yeni laiklik siyaseti 1950 seçimlerine gidilen yolda şekillendi.
Türkçe ezan tartışmasının alevlendiği, rahatsızlığın görünür hale geldiği, özellikle Ticaniye tarikatının ülkenin çeşitli bölgelerinde Arapça ezan eylemleri yaptığı, önemli isimlerin CHP’nin din siyasetini açıkça eleştirdiği (örneğin DP’nin prestijli hukukçusu Ali Fuat Başgil gibi), CHP içinde de farklı seslerin duyulduğu bir dönem bu.
İşin ilginç yanı, Türkçe ezana taraftar olanlar da karşı çıkanlar da bu tavırlarını Atatürk’ün adına zarar vermeyecek biçimde yapmaya çalışıyor. 1930’ları eleştirmek isteyenlerin bunu İnönü ismi üzerinden yapmış olmaları, söz konusu ‘tercihin’ bugüne mahsus bir durum olmadığını da gösteriyor!
Diğer yandan, örneğin 1949’da Sebilürreşad’da yazan (Umut Azak içinde) Eşrep Edip, Atatürk’ün, “Milleti kendi haline bırakınız. Kuran’ını Arapça okusun” dediğini iddia ediyor. Ezanın Türkçe okunmasını sağlamış birinin bu sözleri sarf etmiş olduğu iddiası pek makul görünmüyor.
1950’de tek başına iktidar olan DP’nin ilk icraatlarından biri Arapça ezana dönmek oldu. İlgili yasa değişikliği CHP’nin de desteği sayesinde ‘oy birliğiyle’ geçti. Yukarıda, 1941’de TCK’da yapılan değişiklikten söz etmiştim. 1950’de o ifade metinden çıkarıldı. Merak edenler için.(https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d09/c001/b009/tbmm090010090201.pdf)
Adnan Menderes, Arapça ezan yasağının günün koşullarında ‘taassupla mücadele’ gereği olduğunu, artık devrimlerin yerleştiğini ve böyle önlemlere gerek kalmadığını, Türkçe ezanda ısrar etmenin ‘vicdan özgürlüğüne’, dolayısıyla laiklik ilkesinin gerçekleştirmek istediği amaca aykırı olacağını açıklıyordu.
Yinelemekte yarar var; DP’liler devrimlere ve Atatürk’e karşı görünmemek için son derece özenli davranıyorlardı. Meclis görüşmelerinde CHP (Reşit Eyüboğlu), kendileri için asıl hayati hedef olan ‘milli şuurun’, ezan konusunu kendiliğinden halledeceği kanaatine sahip olduklarını belirtmişti. Ağır seçim yenilgisinin CHP’nin bu ‘kolaylaştırıcı’ tavrında etkili olduğunu düşünmek herhalde yanlış olmaz.
Yeri gelmişken, dili 1945 yılında Türkçeleştirilerek ‘Anayasa’ adını alan ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, 1952 yılında yeniden eski dile dönülmesinde, doğrusu, halkın duygularını tatmin ve laiklik karşıtlığı dışında hiçbir mantıklı açıklaması olmadığını söylemek gerekiyor.
1950’ler, DP’nin halkın geleneksel/dini duygularına hitap eden (ancak ölçüyü kaçırmayaya da özen gösteren) bir dinsel söylem kullandığı, Tarık Zafer Tunaya’nın ifadesiyle II. Meşrutiyet İslâmcılığının çok partili yaşamda yeniden canlandığı, Türk milliyetçileri ve İslâmcıların ‘Türk Milliyetçiler Derneği’ nevi çatılar altında ‘sol karşıtlığı’ paydasında bir araya gelebildiği ve 1960’lardaki örgütlü-partili siyasal İslâmcılığın temellerinin atıldığı yıllar.
Çok partili yaşamda laikliğin evrimi, duvarda bulduğu çatlakları ustalıkla genişleten ve klasik demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmaz bir ideoloji olan ‘siyasal İslâmcı’ örgütlenme hesaba katılmadan anlaşılamaz.
Devam edecek…
Not: Ömer Faruk Gergerlioğlu, Türkiye siyasetinde eşi az bulunur tutarlılık ve kararlılıkta bir insan hakları savunucusudur. Bu kadar.
Yorum Yap