- 13.09.2011 00:00
Engels Utopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adını verdiği kitabını 1880’de yayınladı. Bu tarihte Marx henüz hayattaydı. Ama zaten her ikisi de yazdıkları her şeyi birbirleriyle uzun uzun konuşmuş oluyorlardı.
Söz konusu kitaba birçok açıdan bakılabilir. Başladığım bu “dizi” çerçevesinde iki noktayı vurgulamak istiyorum. Birincisi bu “bilimsellik” vurgusuyla, sosyalizme neredeyse “ontolojik” bir karakter yüklemesi; Türkçedeki deyimiyle, “eşyanın tabiatı gereği”, dünya sosyalist olacaktır. Bilim de zaten bunu saptamak üzere vardır. Ölümünden sonra yayımlanan Doğanın Diyalektiği bu yaklaşımı iyice perçinler. Engels’in bir “determinizm” çerçevesinde yaptığı bu formülasyon bütün konulara çok daha yüzeysel bakan “taraftar”ların elinde tam bir teolojiye dönüştürüldü: “tarihin zorunlu akışı”, “şaşmaz akışı” falan derken, pazar günü üzerinde durduğum, “kendi içsel çelişkilerinin kazdığı mezara görülmeye mahkûm kapitalizm” anlayışı iyice köklendi. Bu da iyi olmadı.
Marksizm’in genel “literatür”ünde böyle bir “kendiliğindenci” anlayışa yer veren birçok söz vardır, ama bunun karşıtı da vardır. Örneğin, tarihin “dinamo”su nedir? Manifesto’da söylendiği gibi “sınıf mücadelesi” midir motor; yoksa, yayımlanmayan Grundrisse’de söylendiği gibi “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki” midir? Birinciyi seçerseniz daha “voluntarist”, ikinciyi seçerseniz daha “determinist” ve dolayısıyla “kendiliğindenci” bir zeminde duruyorsunuz demektir. Oysa aslında bunlar birbirini dışlayan önermeler değil. İkinci, birincinin içinde hareket ettiği matrisleri belirliyor.
Nitekim Marx kapitalizme “mezar kazıcı” arayışında “içsel çelişki”den söz eder; ama aynı zamanda işçi sınıfından söz eder. “Köpek kavramı havlamaz” sözüne benzer biçimde, “çelişki” kavramı kimsenin kafasına sopa indirmez. Sopa indirilmesini gerektiren bir durum varsa, bu işi yapacak somut birinin bulunması gerekir: Marx’a (ve Engels’e) göre, bu somut özne işçi sınıfıdır –ama “sınıfı” der demez, yeni bir soyutlaşma tehlikesi başgösteriyor.
Bu da, Engels’in Bilimsel Sosyalizm’i üstüne dikkat çekmek istediğim ikinci nokta. “Ütopik” bulduğu sosyalizm teorilerinde işçi sınıfının yoksulluğu, sefaleti vurgulanıyordu ki Engels kendisi de gençliğinde bunları anlattığı bir kitap yazmıştı. Ama daha sonra, işçi sınıfın “kurtuluşu”nun onun yoksulluktan kurtulması gibi anlaşılmasının yetersiz bir yaklaşım olduğuna ve aslında bir tür “hayırseverlik” kapsamına girdiğine karar verdi (Marx da aynı şekilde düşünüyordu). “Ahlâk öyle gerektirdiği için onun yanında yer alan aydın”... Bu düşünce tarzı utopikti, çünkü sosyalizmi ahlâkî bir seçime indirgiyordu. Oysa sosyalizm tarihin dayattığı bir zorunluktu. Fizik maddenin hareketini inceleyen bilimdir. O halde toplumsal bilim de tarihin hareketini, hareket yasalarını inceler. İncelediği zaman da, bu hareketin işçi sınıfına geleceği kurma görevi yüklediğini görür. “Erdemli olma” hatırına değil, “gerçekçi olma” gereği, sosyalist olunur.
Dünya tarihinin bu aşamasında yaşayarak olguları gözlemlemiş biri olarak, bu düşünce tarzının gerçeklerini anlıyor ve hak veriyorum. Ama bir aşamadan sonra bu mantığı sonuçlarına vardırma çabasının çok aykırı, karşıt sonuçlar verdiğini de gördüm. Öte yandan, “bilimsel düşünce” diye bir tarz olmasının ahlâkı geçersiz ya da gereksiz kıldığı kanısında değilim. Sosyalist olmak da, benim gözümde, öncelikle ahlâkî bir seçimdir.
Engels’in bilimsel başlayan düşünce çizgisi, bir aşamadan sonra, önce “çelişki”, sonra da “proletarya” kavramlarının bilimsel olmayan, dilek ve beklentilerimizi yansıtan tanımlar edindi. Önümüzdeki günlerde bu iki konu üstünde duracağım.
Yorum Yap