- 11.11.2014 00:00
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan yakın zamanlara kadar, bir zaman yayımlanmış propaganda dergisinin adıyla, La turquie kémaliste oldu. Bu ülkede genç bir insan, “Sol fikirler benim kulağıma hoş geliyor; ben sosyalist olacağım,” dese, babası ya da öğretmeni, arkadaşı ya da komşusu ona, “Tabii. Atatürk de zaten solcuydu. Bu ülkede ne kadar ‘solcu’ olunur, nerede durulur, bunların hepsinin sınırlarını o belirlemiştir. Sen de o sınırlar içinde ‘sosyalist’ ol,” derdi.
Bir başka genç, “Bu faşist ideoloji bana hitap ediyor; herhalde faşist olacağım ben,” diyecek olsa babası ya da öğretmeni, arkadaşı ya da komşusu ona, “En doğal hakkın. Zaten Atatürk de ‘damarlarındaki asil kan’ dedi, ‘Türk, öğün’ dedi; nereden nereye kadar faşist olunur, sınırını çizdi. O ölçüler içinde sen de ol,” derdi.
Ne olmak istersen, Atatürk zaten senden önce ondan olmuştu. Bir Türk olarak o dediğin şey nasıl ve ne kadar olunur, bunun reçetesini de çıkarmıştı. Teodor Kasap’ın “matbuat hürriyeti” gibi, “kanun dairesinde” ne olmak istiyorsan olabilirdin.
Şimdi “yeni”sinden söz etmeye başladığımız Türkiye’nin “eski” halinin en göze çarpan özelliği buydu.
Bir toplumun siyasî- ideolojik üstyapısını cendereye almanın Türkiye’ye özgün biçimiydi. Bütün o “Ne istersen olabilirsin,” sahtekârlığına rağmen, aslında söylediği tek bir şey vardı: “Ancak bir Türk milliyetçisi olabilirsin. Bunun da tek bir yolu vardır, Kemalist olmak.”
Atatürk kendisi böyle bir şeyi onaylar mıydı? Olabilir, onaylayabilirdi. Çünkü Atatürk demokrat yapıda bir önder değildi. Ama onun adına yukarıda anlatmaya çalıştığım düzeni kuran Atatürkçüler bu toplumu tamamen “statik” bir varoluş biçimine mahkûm ettiler.
Bir toplum “tamamen statik” kalabilir mi? Kalamaz. Türkiye de kalmadı. Değişti. Ama empoze edilen o sınırlardan ötürü, bir tarafları gereği gibi büyüyemedi, gelişemedi. Atatürkçülük adına yapılan darbelerle demokratik kurumlarının köklenmesine sekte vuruldu. Dolayısıyla, bedeni büyürken aklı gelişemeyen özürlü insanlar gibi, tuhaf bir varlık çıktı ortaya. “Demokrasi” durmadan sözü edilen, ama hiçbir zaman elle tutulamayan, gözle görülemeyen, kimi zaman karikatürcülerin resmettiği peri kızı gibi bir hayal olarak uçuştu hayatımızda. Yaşayan bir demokrasi kültürü kurulamadı.
Atatürk’ün kendisinden çok Atatürkçülük adına inşa edilen bu entelektüel duvarlar yıkılıp temizlenmeden bu ülkenin gerçekten değişmesi, demokratik bir evreye girmesi mümkün değildi. Ama şu son yıllarda, Atatürk ve Atatürkçülük kavramı ve uygulamasından vazgeçilmesinin de değişmeye ve demokratik bir evreye girmeye yetmediğini gözlemlemekteyiz.
Bugünlerin gözde konusunun çerçevesinde konuşursak, Atatürk’ün yaptırdığı Çankaya Köşkü’nde oturmayı reddederek “yeni” bir “saray” yaptırmak, “yeni Türkiye” kurmak anlamına gelmiyor. Bu ülke topraklarında bir “yeni çirkin bina” daha yaptırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Hayatımızda “yeni” bir şeylerin başlaması için belki öncelikle “kendine saray yaptırma” alışkanlığından vazgeçmek gerekiyor.
Bir panelde, dinleyiciler arasından emekli bir subay haykırıyordu: “Ana rahminden doğmamış bebeğin beynine Atatürkçülüğü kazımamız lazım!”
Beynimizden “Atatürk” yazısını (ya da “kazı”sını) silip yerine “Muhammed” yazmakla demokrasi olmaz, düşünce özgürlüğü olmaz, medeniyet olmaz. Sorun kafese kapatılmış kuşun önüne arpa yerine yulaf koymak gibi bir şey değil. Sorun kafesin kapısını açmak, daha doğrusu, kafes yapmaktan vazgeçmek. Saray yapmaktan da vazgeçmek olduğu gibi.
Yorum Yap