- 11.01.2014 00:00
HSYK tartışması Türkiye siyasetinin (dolayısıyla sosyo-politik yapılanmasının) temel ve ezelî düğümüne götürüyor bizi. “Hukuk” kavramının Türkiye’deki içeriği ne kadar tartışmalı olsa da, “hukuk kurumları” var bu ülkede. “Hukuk”unun içeriği epey cılız olsa da, bir “kanun ve nizam” ülkesi olduğundan şüphe yok. Şu halde, bu kurumlarda kimlerin çalışacağı, çalışacakların kim tarafından, nasıl seçileceği, çok önemli bir konu. Dünyada bilinen iki yöntem var: siyasî irade seçer ya da kurum kendisi seçer. Normal olan, iki ucu temsil eden bu iki yöntemden bir karma ortalama çıkarmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti bir “azınlık iktidarı” (“tek-parti” rejimi) felsefesi çerçevesinde kuruldu. 1946’dan itibaren “çoğunluk iktidarı” demek olan çok-partili düzen ve serbest seçim sistemine geçildi. Ancak bu geçiş yapılırken, birbirinin karşıtı olan bu iki düzenin dengesinin nasıl kurulacağı belli olmadı. Olmayınca, arkası “on yılda bir darbe” şeklinde geldi. Bu denge hâlâ anlaşılır ve üzerinde anlaşmaya varılır bir formülasyon edinmiş değil. Ama orta yerde fiziksel bir güç/ iktidar mücadelesi ve bunun pratik sonuçları var.
Özetle, “azınlık iktidarı”ndan “çoğunluk iktidarı”na geçiliyor. Başlangıçta, iktidar olan azınlık, nasıl, hükmettiği çoğunluğun haklarına kulak asmadıysa, şimdi de, çoğunluğun oylarını alan iktidar azınlıkların haklarını hiçe sayıyor.
Azınlık iktidarı, kural olarak, çoğunluğun sağduyusuna, siyasî eğilimlerinin doğruluğuna güvenmez. Dolayısıyla, “ko-optasyon” dediğimiz yöntemi tercih eder. Kurumlar, kendi adamlarını seçer, kimin terfi edeceğine kendileri karar verirler. Demokrat Parti deneyiminden sonra 27 Mayıs Anayasası bu kurumları oyla seçilmiş kurulların (yani “hükümet”, “meclis” vb.) müdahalesine karşı korumayı birinci hedef kabul etmiş, daha sonraki bütün bürokratik kaynaklı anayasa çalışmaları da aynı amaca hizmet etmiştir.
Şimdi Erdoğan bunu tersine çevirmeye çalışıyor. Olay basit: her şeye, “seçilmişler” karar verecek.
Bu, “demokrasi” demek değildir. Bir “monizm”in yerine bir başka “monizm” dikerek demokrasi kurulmaz.
Ko-optasyon yöntemiyle kendini yeniden- üreten kurumun içerdiği potansiyel sakıncalar, zamanla toplumdan kopma, kurum çıkarlarını toplum çıkarlarının önüne alma, kurum-içi dayanışmayla her türlü yolsuzluğa elverişli zemin yaratma, her konuda başına buyruk davranma gibi yozlaşma biçimleridir. Türkiye’de gücü yettiği için bu ko-optasyon yöntemini en gelişkin biçimiyle uygulamayı başarmış kurumsa, Silahlı Kuvvetler’dir. Herkesin kınadığı o “darbecilik geleneği” vb. bunun sonucunda mümkün olmuştur.
Yargı kurumları top tüfek sahibi olmadıkları için siyasî iradelerin nüfuz müdahalelerine çok daha açık olmuşlardır. En azından Hüseyin Avni Göktürk’ün adalet bakanlığından beri “hâkim teminatı” vb. başlıklar altında bu müdahaleler yapılır ve tartışılır. Şu anda olmakta olan da bu dizinin yeni bir halkası.
Ama bu yeni halka çok özel bir konjonktürde patlak verdi, kızışmış bir ortamda gözü kara bir güç yarıştırma biçimini aldı. Siyasî mücadeleyi çerçevelemesi ve bu şekilde denetim altında tutulması gereken, böyle yaptığı kabul edilen ilkeler ve kurallar şimdi kendileri mücadelenin ve tartışmanın nesneleri ve konuları haline geldiler. Dolayısıyla, benzerini görmediğimiz bir kaotik ortamda bulduk kendimizi.
Şu haliyle mücadele, en yalın anlatımıyla, “Bu kurumları benim kurumlarım haline getirmek için nasıl bir sistem kurmalıyım” kavgasının ötesine geçmiyor. Başbakan’ın yaptığı bu. Sorun, sözkonusu kurumlara herkesin kurumu niteliğini kazandıracak demokratik oranları bulmakta. Ama şu anda Başbakan öyle bir şey aranmıyor ki onu bulsun.
Belli ki, daha epey yazı kaldıracak bu konular.
Yorum Yap