- 15.10.2013 00:00
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu sefer de İstanbul’da trafik sıkışıklığı üstüne konuşmasına televizyonda rastladım. Başbakan bir süreden beri bana seksenli yıllardaki Kenan Evren’i hatırlatmaya başladı: her gün televizyonda böyle uzun uzun konuşmak, “her şeyin doğrusunu anlatmak” bakımından, ses tonundaki o “didaktik- otoriter” tipi bakımından yoksa başka benzerlikleri pek yok.
O konuşmasından anlaşılıyor ki Başbakan İstanbul’da trafik sıkışıklığı olmasından şikâyet edenlerden şikâyetçi. Bunlar dillerine dolamışlar, habire bunu anlatıyorlarmış. Herhalde bir an önce evlerine gidip Boğaz’a bakarak viski içemiyorlar, onun için böyle yapıyorlar. Böyle yaparak hükümete zarar vermeye çalışıyorlar. Belli ki kötü niyet var.
“Kötü niyet” var da, sıkışıklık yok mu? Başbakan bunun geçici olduğunu ima eden bir şeyler söyledi gerçi, ama belli ki var, hem de uzun zamandan beri varmış (öyleyse, şikâyet edecekler de olacaktır. “Aman, ne güzel sıkıştık. Daha iki saat buradayız. Oh ne iyi!” mi demesi gerekiyor insanların?).
Uzun zamandan beri olduğunu nereden biliyoruz? Başbakan kendisi söyledi, oradan biliyoruz. Hem de, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, bu duruma çare üretmiş. “Çare” ürettiğine göre, mantıken, “sorun” da olmalı, değil mi?
Başbakan dedi ki, trafik sıkışıklığı, yalnız İstanbul’da değil, çok yerde varmış. Bunu gidermek için trafiğe girenlerden vergi alıyorlarmış. Örnek olarak Londra’yı gösterdi. Rakam da verdi. Yirmi sterline varan vergiler alıyorlarmış.
Dünyanın bütün büyük şehirlerinde trafik sıkışıklığı yaşandığı doğrudur. İnsanlar bunu metropolde yaşamanın “ceremesi” olarak kabul eder. Trafiğe girmek için vergi verildiğini duymamıştım; Başbakan söylediğine göre “O da doğrudur” diyeceğim ama son zamanlarda Başbakan’ın başka memleketlerde olanlar hakkında söyledikleri tartışmalı olabiliyor örneğin Amerika’da eylemde kaç kişi ölmüş, filan, buna benzer şeyler...
Ama bu “vergi” konusunu ben de bir biçimde hatırlıyorum. Aklımda doğru kaldıysa Chirac’ın Belediye Başkanlığı sırasında Paris’te yerleşme isteğini köreltecek benzer tedbirler alınmıştı. Thatcher da Londra’da benzer bir uyulama (muhtemelen daha şiddetlisi) başlatmak istemişti. “Poll tax” diye bir ad konmuş, Türkçeye de “kelle vergisi” diye çevrilmişti. Büyük kentte, metropolde yaşamak mı istiyorsun? Vergisini ver, yaşa!..
Başbakan’ın, Belediye Başkanı’yken, bu çerçeveye oturan bir önerisi olduğunu hatırlıyorum.
Bu gibi uygulamalara karşıyımdır. Erdoğan hakkında bir yorumda bulunmamayım, ama Chirac ve Thatcher gibi siyasetçilerin başkentlerini öncelikle fakir fukaradan arındırmak istedikleri belliydi; zaten onlar da açık açık söylüyorlardı. Böyle başkent nezih bir yer haline gelecek, belirli bir gelir düzeyinin üstünde imkânlara sahip insanların kenti olacak, bu düzeye gelmemiş olanlar gelenlere hizmet vermek için sabah gelecek, akşam gideceklerdi. Plan, Paris’te bayağı başarılı oldu; Londra’da da yapıyı değiştirdi.
Böyle bir “vergi politikası” açıkça varlıklı kesimi kayırır, yoksulları hedef alır. Zengin, o “kelle vergisi”ni vermeyi kabul eder ki lüzumsuz kalabalık ayağının altında dolaşmasın. Tabii bundan hiçbir yerde mutlak sonuç alınmamıştır, alınamaz da. Ama uygulandığı yerlerde kent yapılanması değişime uğramıştır.
Daha önce de yazmıştım. Bu tip “gentrification” denen uygulamalar, önce, uygulayıcıya başarılı olduğu izlenimini veriyor; ama alttan alta, kentin yaratıcı dinamiklerini kurutmaya başlıyor. Çünkü yalnız zenginlere tahsis edilmiş bir mekân olarak kent, yapaylaşıyor, yavanlaşıyor, çeşitliliğini, hayatiyetini kaybediyor.
Paris’i bir dönem dünyanın sanatsal- entelektüel başkenti yapan şey Baudelaire’den Toulouse- Lautrec’e, Paris boheminin aydınlarıydı. Ama onların arkadaşları da Hilton, Rotschilde, Ford falan değildi; Goulue idi, Jane Avrile’di, adını sanını bilmediğimiz daha bir yığın “ayak takımı”ydı.
Şimdi bunlar kalmadı gibi. Paris de kuru bir kent.
Yorum Yap