- 9.02.2013 00:00
“Sınıf” konusuna girmiştim geçen gün; gene oradan devam etmek istiyorum. Türkiye’de hep tartışılmıştır: “Bizde Batı’daki gibi sınıflar yoktur!” Ve dediğim yazının başında alıntıladığım slogan: “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz.” Bu tartışma daha ilerilere de gider, “Marksizm Türkiye için geçerli değildir” durağından geçerek “Batı’da oluşturulmuş hiçbir formül Türkiye’ye uymaz” noktasına da gelebilir.
Yani, bu terimlerle başlayan bu tartışma siyasî sağın hem bir polemik silâhı, hem de, aynı zamanda, kendini inandırma ve rahatlatma aracıdır.
Bunda bir gerçeklik payı var: kapitalizmi biz icat değil, ithal ettik. “Sınıf” deyince, sözgelişi İngiltere’deki proletarya (ya da burjuvazi) elbette olmayacak burada. Üç beş kuşaktır işçi olan, bunun kültürünü, hayat tarzını da üretmiş işçiler yok burada. Dolayısıyla, öyle bir “işçi sınıfı”nı varsayan sol siyasetler de pek başarılı olmuyor diyebiliriz, ama Türkiye’de bu tür fazla sol siyaset de olmadı. Buraya tekrar geleceğim.
Sosyolog arkadaşım Ferhunde Türkiye’de “besleme” ya da “ahretlik” denen “kurum”u incelemişti. 19. yüzyılın sonunda, Britanya’nın çabalarıyla, dünyada köle ticareti yasaklandı. Mark Twain, Osmanlı toplumunun bu yasağa nasıl direndiğini, kendi mizahî diliyle anlatır. Ama uzun zaman direnmek mümkün olmadı. İnsanlık tarihinin bu karanlık sayfası artık dolmuştu, kapanması gerekiyordu. Ferhunde’den, kölelik kalkar kalkmaz, “ahretlik” kurumunun başladığını öğrenmiştim. Bunu başarabilmiş bir toplumun sonra da göğsünü gere gere “Bizde sınıf yoktur!” demesi, diyebilmesi, doğrusu gene şapka çıkarılacak bir şey. Bravo!
Bu iki kelime, “ahretlik” ve “besleme”, kurumu işletenlerin olaya ne gibi değerlerle baktıklarını gösteriyor. Ama, tabii, Osmanlı köleciliğinde de görülen bazı “insaniyetperver” tavırlar burada da var. “Besleme”nizi seviyorsunuz, zaman zaman okşuyor, bahşiş veriyorsunuz, evlendiriyorsunuz falan filan. Bütün bunlardan kıvanç duyup, Ahmed Midhat Efendi gibi, insanlığınızla övünüyorsunuz bile.
Bu kültürle yaşayan bir topluma, günün birinde, kapitalizm giriyor. Bütün bu “ethos”un bu yeni duruma nasıl uyarlanacağı, bu kapitalizmin kendisine nasıl bir üstyapı biçimlendireceği, yalnız siyasî bakımdan anlaşılması gerekli değil, sosyolojik bakımdan da çok ilginç bir konu. Ama ne siyasî, ne de sosyolojik bakımdan bu konuyla ilgilendiğimiz söylenebilir.
Kapitalizm-öncesi Osmanlı toplumunun, genel ve genelleyici “devlet-reaya” ayrımıyla, bir “sınıf toplumu”ndan çok bir “rütbe toplumu” olduğu söylenebilir belki. Her imparatorluk gibi, doğuştan edinilen kimliklerin çok olduğu ve çok zaman etnisite ile sınıfın da üst üste geldiği bir toplumdu. Bir Hıristiyan çok zengin olabilir, ama hiç de zengin olmayan bir Müslüman kadar saygıdeğer olmazdı. Kürtler Türkler’le eşit olamaz diye konuşan o hanım bilimsel bir şey söylediğini iddia ediyor, ama ona bunları söyleten etkenler arasında Osmanlı’dan, geleneksel ideolojiden miras bütün bu tortular da var. Kızıyoruz, söyleniyoruz; kızacağız elbette. Ama bilelim ki, kendisi bir “ortalama Türk”tür. Yani “toplum” dediğimiz bilmem kaç milyonluk o varlık, bu hanımla aynı bakışı, aynı değerleri paylaşan bireylerden oluşmaktadır.
Yukarıdaki sözüme döneyim, Marksizm’i “proletarya” kavramından koparmak mümkün olmamıştır. Biliyorsunuz, Çin Devrimi’ni köylüler yaptı, ama proletaryanın ideolojik öncülüğüyle yaptı. Her ne kadar Çin’de varolan proletaryanın öncülük ettiğinden haberi olmasa da, devrimi yapanlar bunu böyle biliyordu.
Bizim burada da proletarya hep önemli bir kavram oldu. Birçok hareket, o kavramın kendisinde mündemiç olduğunu kanıtlayacak somut bir işçi de bulundurdu. Ama proletaryanın politikaya, sol politikaya anlamlı bir katılımı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Sol politikayı yönlendiren, yürütenler de bunu değiştirmek için fazla çaba göstermediler. Birçokları için subayların “sol Kemalist” darbe yapması işçi sınıfının Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemesinden daha önemliydi. Sonunda ikisi de olmadı.
Gene yer doldu, konu bitmedi. Yarın devam.
Yorum Yap