- 28.09.2012 00:00
Neşet Ertaş’ı ilk dinleyişim 1960’lardadır. O tarihlerde çoğumuzda “türkü” merakı vardı. “45’lik” denen, bir yüzü normal olarak bir şarkı alan ufak plaklar çıkardı. Sirkeci taraflarında bunların satıldığı bir dükkân keşfetmiştik. Ali Ekber Çiçek, Ayşe Şan, çeşitli Türk ve Kürt halk türkücülerinin 45’liklerini alırdım. O yıllarda Kürtler henüz bir “Türk boyu” olmamışlardı ve “Kürtçe” diye bilinen bir dil konuşuyorlardı. Neşet Ertaş o sıralarda yanılmıyorsam “Köprüden geçti gelin” türküsüyle tanınmış ve hemen ün yapmıştı. Ben de tiryakileri arasına girdim.
Ondan önce babasının, Muharrem Ertaş’ın birkaç türküsünü dinlemiştim. Çok daha tiz bir sesi, iyice geleneksel bir söyleyişi vardı. Ruhi Su’dan bildiğim bir Dadaloğlu türküsünü ondan dinlemek bana bayağı çarpıcı gelmişti. Ertaş ailesinden öte, “bozlak” tarzını seviyordum: Çekiç Ali’yi, Keskinli Hacı Taşan’ı. Ertaş’lar da, Çekiç Ali de Kırşehirliydi. “Orta Anadolu” denince aklıma ilkin bu insanlar, onların sesi gelir. Onların sesi ve söyleyişi zaten Orta Anadolu’yu özetler.
Aldığım Neşet’lerden biri, “Dünya Malıynan”, kapağında fotoğrafıyla çıkmıştı. Gencecik, güzel yüzlü bir adamdı. Benden genç olduğunu sanmıştım, meğer beş yaş kadar büyükmüş. Herhalde o eski bir fotoğrafıydı. Neyse, o yıllarda hepimiz gençtik zaten.
Sonraki yıllarda sanırım daha az vaktim oldu, “bozlak” dinlemeye ya da Neşet Ertaş dinlemeye. Tabii bu arada musiki dinlemenin bütün teknolojisi değişti; “45’lik” denen şey neredeyse “antika”ya dönüştü (“78’lik”in ardından). “CD Player”larımızı edindik. CD’lerimizi de edindik. Saydığım bu türkücülerin kayıtları CD’ye de alındı. Bende de var; var da, eskisi kadar sık çaldığımı, dinlediğimi söyleyemem.
Hiç konserine filan gidemedim, tanışamadım. Ama her zaman çok beğendim, her zaman çok önemli ve değerli buldum. Sazı Çekiç Ali gibi, sesi Muharrem Ertaş gibi, son derece kendine özgü değildi. O ikisine göre, daha genç olmakla birlikte, daha “klasik” gelirdi bana. Gençlik yıllarında da, son derece ölçülü, ağırbaşlı ve olgundu. Fazlalığı yoktu, eksantrik değildi. Ama başlı başına bir “okul” gibiydi. Hem yalnız nasıl türkü söyleneceğini öğreten değil, nasıl efendi olunacağını da göstererek öğreten bir okuldu. Türkünün duygusunu verir, ama feryat figana kaçmaz, duyguyu duyguya boğmazdı.
Bugünü teknolojisi müthiş bir “pop müzik” dünyası yaratıyor. Ses hacmi, her şey, almış yürümüş. Bu teknoloji, Nâzım’ın “üç telinde üç sıska bülbül öten saz” deyişini benim değil ama herhalde büyük çoğunluğun gözünde geçerli kılıyor. Mikrofon çağından makrofon çağına geçtik. Bu ortamda türkücüler de “up-to-date” olabilmek için çabalıyorlar. Neşet Ertaş bu gibi uğraşlara da girmedi. Sazının sıska bülbüllerini hor görmedi. “Tek-tabanca” değil ama “tek-bağlama” bir adam olarak, eziklik falan duymadan yapmasını çok iyi bildiği işini yaptı.
“Devlet sanatçısı” unvanı vermeye çalışmışlar, “beni mazur görün” demiş, diye duydum. Doğrudur herhalde. Yakışır. Ama akşam vakti televizyon zaplarken Euronews Kanalı’nda onun ölüm haberini vermelerine engel çıkarmadı, “devlet sanatçısı” olmaması.
Dediğim gibi, tanışmak nasip olmamıştı. Ama öldüğünü duyunca, sevdiğim bir yakınımı kaybetmiş gibi oldum.
Yorum Yap