- 17.02.2012 00:00
MİT krizi, pek çok insanın dillendirmekte çekindiği bazı tartışmaların daha açık yapılmasına yol açtı. Bunlardan ilki MİT ile Emniyet, ikincisi de AK Parti ile cemaat arasında gerilim olup olmadığı yönünde. Artık bu tür sorular daha sık gündeme gelecek.
Türkiye'de özellikle terörle mücadele konusunda kurumlar arasında bir sıkıntı olduğu muhakkak. Bu, görünürde "istihbarat" paylaşımı olsa da; daha temelde yapısal bir koordinasyonsuzluk sorunudur.
AK Parti-cemaat arasında "iktidar" eksenli bir gerilimin olmadığı söylense de, şike yasasında açıkça görülen, Uludere sonrasında varlığını hissettiren ve MİT krizinde artık saklanamayacak hale gelen bir "yıpratma" kampanyası olduğu açık. Bu yıpratma kampanyası organize değil ve özellikle görsel ve yazılı medyada aynı isimler boy gösteriyorsa buradaki sorun; "cemaat gücünün operasyonel kullanımı"dır ki, bu daha ağır sonuçlara gebedir. Son krizde hükümet siyasi alanı biraz daha genişletmiş, bu alanı denetimi altına almak isteyenlere gereken cevabı vermiştir.
Her ne olursa olsun hem MİT krizinde hem de bu kriz ekseninde ortaya çıkan "iki gerilim" ekseninin odağında "Kürt Sorunu" var.
Kürt sorununun "nasıl çözüleceği" devlet bürokrasisi arasındaki ilişkiden iktidar için çatışmalara kadar geniş bir alanı etkilemekte. Bu açıdan bundan sonra sorulacak soru önemlidir. Evet MİT krizi yasal düzenleme ve görevden almalarla şimdilik bitti. Peki bundan sonra ne olacak, Kürt sorununun çözümünde hangi istikamet izlenecek?
Cevabını vermemiz gereken soru budur. Çünkü kriz, bize göstermiştir ki, Kürt sorunu hâlâ "çözücü" bir sorundur. Bundan sonra izlenecek yol, AK Parti kadar Türkiye için önemlidir.
Bugüne kadar ortaya çıkan bilgiler, yapılan açıklamalar AK Parti'nin sorunu çözmek için 2005-2006'da Kandil'le görüşmeye başladığını gösteriyor. Süreci MİT yönetti. Görüşmeler Türkiye'nin özellikle 2007 ve 2008'de yaşadığı derin krize rağmen 2011 Temmuz sonuna kadar sürdü.
2009'da başlayan "Demokratik Açılım" sürecini AK Parti 2007 seçimlerinde yeni anayasa sürecine paralel olarak 2008 yılı içinde planlamıştı: Ancak 2007 sonunda gündeme gelen başörtüsü düzenlemesi ve ardından 2008'deki kapatma davası hem yeni anayasayı hem de açılımı erteletti. Bu olumsuzluklara rağmen çözümün önemli bir parçası olan Oslo süreci kesintiye uğramdı. 2008 başında ilk görüşme yapıldı ve MİT'in yürüttüğü süreç 14 Temmuz 2011'e kadar devam etti.
1 Ağustos 2009'da adı konulan Demokratik Açılım, Başbakan'ın 5 Ağustos'ta dönemin DTP Eşbaşkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna ile görüşmesi ile yeni bir aşamaya geldi. 2009 sonunda önce DTP'nın kapatılması, iki gün sonra gelen Reşadiye saldırısı olumsuzluğuna rağmen MİT'in sürdürdüğü görüşmeler hız kesmedi ve medyaya sızan 5. görüşme bu gelişmelerden sonra 2010'un başında gerçekleşti. O toplantıda görüşmeye Müsteşar Yardımcısı sıfatı ile katılan Hakan Fidan'ın; "(...) Ama bir noktadan sonra verilen raporlar çerçevesinde olayın teknik görünen bir çalışmadan öte daha siyasi içerikli daha farklı bir boyuta taşınması ihtiyacı hasıl olunca sayın Başbakanımız bu konuda beni görevlendirdi. (...) Sayın Başbakan bu noktada ciddi olduğunu samimi olduğunu siyasi riski de yüklenmeye hazır olduğunu birkaç defa söyledi" sözleri dikkat çekici. Bu ifadeler hükümetin 2005-2006 yılından itibaren çözüm konusunda yeterince risk aldığını gösteriyor.
Hükümetin siyasi riski üstlendiği bu süreçte Kandil ve BDP ne yaptı? Her fırsatı tepki. Hükümeti daha demokrat adımlara zorlayacak siyaset yerine BDP "apolitikleşme"yi, Kandil "şiddet"i tercih etti. 2010 Baharı'ndan itibaren görüşmeleri "oylama" olarak nitelendirip, şiddeti artırdı.
Öcalan'ın "devletle uzlaşma arifesindeyiz" dediği anda ise 14 Temmuz'da Silvan saldırısı ve DTK'nın Demokratik özerklik ilanı geldi. Bu iki olay hükümetin sorunu "müzakere" ile değil "güvenlik" eksenli çözümü öncelemesine yol açtı. Terörle daha etkin mücadele bunun ilk adımı oldu. Nisan 2009'da başlayan KCK soruşturmaları devam etti ve güvenlik bürokrasisi ve yargı işi MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a kadar geldi.
İstanbul Emniyet Müdürü, "KCK'nın belini büktük, artık kıpırdayamazlar" mealinde açıklamada bulundu. Bu, güvenlik eksenli bakışa ihtiyaç olmadığını mı gösteriyor?
Güvenlik eksenli çözüm, şiddeti belki minimize etti ancak "sorun" ortada duruyor. Bundan sonraki süreçte güvenlikçi paradigma devam mı edecek yoksa demokratik adımlar atılmaya başlayacak mı?
Güvenlikçi paradigma belki şiddeti azalttı ama bunun, bölgenin psikolojik olarak gövdeden kopuşa hizmet ettiğini görmek gerekiyor. Türkiye genelinde yükselen AK Parti'nin, bölgede BDP'nin arkasına düşmesi bunu gösteriyor.
PKK'ya karşı elde edilen bu psikolojik üstünlüğün kalıcı hale gelmesinin yolu, demokratik adımların atılmasındadır. Artık güvenlikçi bakışın yerini siyaset almalıdır. Aksi halde güvenlikçi bakış, siyasetin alanını daraltma girişimlerine devam edecektir. Kürt sorununda atılacak demokratik adımların yanında özellikle hukuk alanında atılması gereken adımları da bu sürece dahil etmekte fayda var. Kısaca hem emniyet-yargı alanında hem de bölgede yaratılan "olağanüstü" hale son verilmelidir.
Yorum Yap