- 12.07.2011 00:00
Geçtiğimiz yıl maçlara düzenli gitmeye karar vermemin iki nedeni vardı. İlki henüz 3 yaşında olan kızım Duru'ydu. İkincisi de muhtemelen yaşlanıyor olmam. Kızımı götürmek istiyordum çünkü onun da bu büyük aileye katılmasını, eğlenmesini istiyordum ve yeni bir dünya ile tanışmasını istiyordum. Stadda maç izleme serüveni bu duygularla başladı. Taraftar olarak ilk kez tribünündeki yerime maçtan bir ya da birbuçuk saat önce gitmiştim. O akşam hayatımın en özel akşamlarından biri oldu. Ama o akşamdan aklımda başka bir şey daha kalmıştı; taraftarlar maçı izlerken çok şey yapıyorlardı ama eğlenmiyorlardı. Sürekli kazanma isteğini dışa vuran bir hareketlilik vardı. Kah takımı ateşlemek için tezahürat yapan kah verilen yanlış hakem kararına kızan kah kaçan gole kızan kocaman bir aile. Yıl içinde muhtemelen ben de aynı duygularla kızdım, üzüldüm, bağırdım. Ama bir şeye daha yaptım yıl boyunca; eğlendim, zevk aldım.
Yenildiğimiz maçın ertesi günü gazeteye geldiğimde güvenlikteki arkadaşlardan yazı işlerindeki operatör ve editör arkadaşlara, hatta yazı ileri toplantısında Genel Yayın Yönetmenimiz Yusuf Ziya beyin takılmasına bile aldırmadım, eğlendim. Galip geldiğimizde gazeteye bazen forma ile gittim bazen sarı-lacivert kravatımla. Biliyordum ki mağlubiyet de, galibiyet de son değildi.
Kazanma duygusu sadece Fenerbahçeli olarak bize özgü değildi. Başka taraftarlar için de kazanmak her şeydi. Eğlenmediğimiz, zevk almadığımız; tek hedefin kazanmak olduğu bir duygunun spora hiç bir şey vermeyeceği çok açık. Herkesin kazanmak istediği ama tek kazanının olduğu futbolda, çoğunluğun kaybettiğini düşündüğümüzde durum daha netleşir. Kabul edelim yıllardır konuştuğumuz ama hiç kimsenin adım atmadığı karanlık söylentilerde adı geçenlerin tek hedef oldu; 'kazanmak', yani 'kaybetmemek'. Bugün karşı karşıya olduğumuz soruşturmadan sağlıklı çıkışın yolu bu duygudan uzaklaşmaktan geçiyor.
Önceki gün Şaşkınbakkal'dan Şükrü Saraçoğlu'na kadar YFB'den arkadaşlarımla yürürken hem tezahürat yaptım, hem de bunları düşündüm. Soruşturmayı desteklediğimi yazmıştım. Buna rağmen orada olmam bir kafa karışıklığı olarak algılanabilir. Orada olmak Fenerbahçe'ye karşı bir vicdan borcu idi. Bağdat Caddesi'ni dolduran kalabalık kızgındı, şaşkındı. Kazanılanının kaybedilecek olması idi taraftarı kızdıran. Soruşturmaya konu olanları duymuş ve sessiz kalmışsa o da sistemin parçası olmuş demektir. Zaten bilmiyorsa sorun yok demektir. Ama salt 'kazanma' hırsı ile farkında olmadan başka bir dünyaya destek veriyor. Bu yüzden bir adım geriye çekilmek ve kulübe de eleştirel bakmak önemli.
Bu adım, futbolu sadece kazanmak için değil eğlenmenin aracı olarak görmenin de ilk adımı belki de.
Devletin ideolojik aygıtı olarak futbol
Kabul edelim ki Türkiye'de futbol (belki de kitlesel bütün spor dallarında) kirli bir sektör. Özellikle İstanbul'dan taşraya gidildikçe mafyavari ilişkiler artıyor. Futbol, hem kara para aklama hem de kara para kazanmanın, kısaca hukukun olmadığı bir arka bahçe durumunda. Bunu yıllardır konuşulan, medyaya yansıyan ilişkilerden; o ilişkilerin izini sürdüğümüzde görüyoruz. Bu izi sadece son bir yıla değil 2000'lere hatta 1990'lara kadar götürebilir Türkiye Futbol Federasyonu (TFF). 2000'lerin başında Ali Fevzi Bir'in hakem ve hocalarla yaptığı telefon konuşmaları delil sayılmamıştı. 2004'te Sergen Yalçın ve Sinan Engin'in adının karıştığı dosya, Bursaspor'un küme düşürülmesine yol açan süreç. Bunlar çok uzağımızda değil. Hepsi açığa çıkmayı bekliyor.
Kirli futbolu besleyen bir başka tehlike daha var; derin devlet tarafından -ki buna Ergenekon'un bir başka kompartımanı demekte beis yok- gerektiğinde kullanılmak üzere beslenen 'latent faşizm'in arka bahçesi. Bu kulüp yöneticisinden teknik heyete kurulan ideolojik ortaklık ve dil üzerinden taraftarın da bu halkaya eklenmesi ise hayata geçiyor. Yani kazanma hırsı ile taraftar bu ideolojik duyguya eklemleniyor. Bu Anadolu kulüplerinde çok etkili. Ve birçok kulübün yönetimi bu kanal üzerinden oluşuyor. Bu duygu futbolculara derc edildikçe daha tehlikeli olabiliyor. Türkiye-İsviçre maçında yaşananlar bu duygunun tipik bir yansıması açısından önemlidir. 1993'ta yaşanan örtük bir sivil darbenin gizli kahramanı Mehmet Ağar'ın futbol içindeki ataerkil ilişkilerinin özü bu latent faşizmdir.
Başlatılan ve ikinci dalga ile genişletilen operasyon futbolda temizlik için bir fırsattır ama bunun gerçekleşmesinin bir koşulu vardır; TFF ve yargı elindeki yetkileri kullanarak geriye dönük daha geniş bir soruşturma başlatmalıdır. Aksi inandırıcı olamaz.
Bugün Türkiye'de sadece Süper Lig değil, Bank Asya'dan amatör liglere kadar denetim ve şeffaflığın sağlanması zorunludur. Bunun bir parçası resmi kurumların yetkilerini kullanması. İkinci parçası ise biz taraftarların sisteme daha fazla katılımcı olmamız. Taraftar olarak kısıtlı imkânlarımızla sadece maçlara gelerek değil, başta yönetim kademesinde olmak üzere her kademede temsil edilmenin yolunu açmanın siyasetini yapmaktır. Bunun için çeşitli katılım modelleri mümkündür.
Aykut Kocaman geçtiğimiz günlerde yazıda anlatmak istediklerimi özetleyen güzel bir açıklama yaptı; "Daha önce de söyledim, Türk futbolu her alanda çökmeli ve yeniden inşa edilmelidir. Yapısı itibariyle futbolumuz yanlış zemindedir. Bunu son olaylarla bağdaştırarak söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Büyük Türk futboluna baktığınız zaman zemin hakikaten bataklık".
Evet öyle futbol bir bataklık ama kurutulmayacak bir bataklık değil. Bunun yolu da futbolun demokratikleşmesinden yani 'yeni futbol'dan geçiyor. Yeni Türkiye'de son yıllarda toplum, siyasal alana, kamusal alana daha fazla çıkıyor, taleplerini yansıtıyor. Bizler de taraftar olarak kulüplerimizden aynı şeyi isteyebilmeli, bunun siyasetini yapabilmeliyiz. Bu taraftar olarak bizlerin hem hakkı hem de sorumluluğudur. Çünkü demokrasi sadece siyasete değil, futbola da lazım.
Son olarak Fenerbahçe'nin arkasına saklanarak kimse siyasal duruşlarını meşrulaştırma ve AK Parti'yi ötekileştirme arayışına girmesin. AK Parti karşıtlığını Fenerbahçe üzerinden ifade etmesin. Çünkü 'eski Türkiye' savunusu 'yeni futbol'a hizmet etmez.
Yorum Yap